menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Hannah Arendt, "Heidegger'in Kulübesine" neden gitmedi?

122 1
14.12.2025

İbrahim Kalın’ın “Heidegger’in Kulübesine Yolculuk” kitabını; dışarda durmadan kar yağarken, gecenin bir hayli geç bir saatinde, “kendi kulübemizi inşa etmek için gerekli malzemeleri” sayıp döktüğü son sayfalarını da okuyup kapattıktan sonra; bir süre pencereden yağan karı seyrettim, sonra döndüm, masanın üstünde açık duran not defterime şunları yazdım:

İslam ve mukayeseli felsefe alanında ihtisas yapmış bir Türk aliminin, “felsefe yapılamaz” dedikleri Türkçeyle böylesine sıkı örülmüş, derinliği olan bir felsefi metin yazmış olması mı şaşırtıcı; yoksa böyle bir metin yazacak müktesebata sahip birisinin, çok değil Hakan Fidan dönemine kadar neredeyse tek işi alim ve entelektüel kovalamak olan, yazı yazanlara düşmanlık yapan, Cumhuriyet tarihi boyunca çok kıymetli birçok insana hayatı dar etmiş bir kurumun, Milli İstihbarat Teşkilatı’nın Başkanı olması mı şaşırtıcı?

Kendi kendime sorduğum soruyu birkaç kez tekrarladım ve şu kanıya vardım.

Sanırım ikisi de eşit derecede şaşırtıcıdır!

“Türkçe, bir felsefe dili değildir; çünkü ‘at, vur, kır, dök, sök, tak, koş, çık, kal, ver, ye, iç, sus, gör, sev, kes, bin, çök, çöz,’ gibi hep kesin emir ihtiva eden, tek heceli kelimelerden müteşekkil bir bozkır diliyle felsefenin soyut alanında gezinmek, Kalın’ın deyimiyle ‘Varlık’ın evinin yeni odalarını, kapılarını, pencerelerini, balkonunu, verandasını, çatı katını ve diğer kısımlarını’ keşfetmek bir hayli zordur, bu dilde ancak halk şairleri şiir yazar, bu yüzden bizde hiç filozof yetişmemiştir” diyenlere inat; İbrahim Kalın, Türkçeyle bırakın felsefeyi, felsefenin şiirinin de yazılabileceğini gösteriyor bu kitabıyla.

Eğer Osmanlı, tek heceli, askere emreder gibi emreden bir bozkır dili olan Türkçeyi alıp Arapça ve Farsçanın “ve”, “ile” “ki” bağlaçlarıyla kelimeleri birbirlerine bağlayıp Arapça ve Farsça türetme kurallarını uygulayarak yeni kelimelerin türetilmesini sağlayıp onu bir medeniyet dili haline getirmemiş olsaydı ne Orhan Pamuk Nobel alır ne de Kalın bugün böylesi bir felsefi metni yazabilirdi. Bu durumu Murat Belge bir yazsında şahane bir örnekle şöyle açıklar:

“Ziya Gökalp bir idealistti, ‘Ben idealistim’ diyemiyordu, çünkü kelimesi yoktu. ‘İdea’ demek, ‘fikir’ demek; aldı ‘fikir’ kökünü, Arapça türetme kurallarını uygulayarak ‘mefkûre’ diye kelime yarattı.

Sosyologdu, ama ‘Ben sosyologum’ diyecek kelime yoktu; onun için ‘cemiyet’ kökünden gelen ‘ictima’yı aldı, ‘içtimaiyat’ yaptı.

Sosyologdu, ‘concept’ kavramını kullanmadan sosyoloji yapmanın imkânı yok; ama kelime de yok. ‘Fehm’den yola çıkıp ‘mefhum’u türetti.” (T24, 27 Aralık 2014)

Tamam, Osmanlı Türkçeden bir medeniyet dili, şehir dili yarattı amenna ama ne yazık ki yarattığı bu dilden felsefe yapma alanını açamadı, bu imkan bir türlü kimsenin eline geçmedi. Eğer bu dille; “düşünme” demek olan “felsefe” yapılmış olsaydı, düşünmenin sadece “kukumav kuşu”nun işi olduğu söylenmeseydi, öteden beri, belki de başka hiçbir dilde olmayan “düşün düşün …tur işin” gibi bir atasözü yüzyıllar boyunca müstesna bir söz olarak dilimize pelesenk olup bugüne gelmezdi. Eğer, uzun imparatorluk yılları boyunca yetiştirilen cengaverler kadar birkaç filozof da çıksaydı aramızdan, Ziya Gökalp gibilerine bu kadar iş düşmez, “mefhum”un yerine “kavram”ı bulmak için bu kadar kafa göz yarmazdık. Türkçe; Halit Ziya’nın, Yakup Kadri’nin, Ahmet Hamdi’nin, Yaşar Kemal’in, Kemal Tahir’in, Orhan Pamuk’un ve gelmiş geçmiş bütün büyük romancıların hakkını kolay kolay ödeyemez ama iş bitmiş değil. İbrahim Kalın şunları yazıyor:

“Türkçenin sadece bir bilim, felsefe yahut edebiyat dili olarak değil, Varlık’ın hakikatini ifade edecek bir dil olarak da yeniden keşfedilmesi, işlenmesi ve derinleştirilmesi gerekiyor. Yüzyıllar boyunca hem Ural-Altay hem de Hint-Avrupa dil aileleriyle etkileşerek büyük bir birikime sahip olan Türkçemizin imkân ve kabiliyetlerinin geliştirilmesi sadece dilsel açıdan değil, aynı zamanda ontolojik ve felsefi açıdan da bize yeni kapılar açacak ve Varlık’ın hakikatini, ışığını, renklerini, dokusunu, katmanlarını, patikalarını ve tınılarını farklı düzlemlerde kavrama ve ifade etme imkânı sunacaktır. Ben Türkçemizin bu imkana sahip olduğuna inanıyorum. Wittgenstein’ın ‘Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarıdır,’ sözü mucibince dilimin ufkunu ne kadar geniş tutabilirsem dünyanın ufku da o kadar açık ve engin hale gelir. Dilin ve düşüncenin ufkunu mümkün kılan da Varlık’ın ufkudur. Kendi ufkumu Varlık’ın ufkuna yaklaştırdığım oranda Varlık kendisini bana konuştuğum dil üzerinden açmaya başlar.” (s.158)

İbrahim Kalın’ı; çalıştığı Ankara’dan alıp Almanya’nın Baden-Württemberg eyaletinin, Freiburg şehrine otuz kilometre mesafede bulunan Todtnauberg köyünde, Kara Orman’ın kenarına kurulmuş, altıya yedi metre, kırk iki metrekare büyüklüğündeki “Heidegger’in Kulübesine Yolculuk”a çıkaran şeydi sözünü ettiği Varlık. Alman filozof Martin Heidegger’e göre Batı düşüncesi, Antik Yunan’dan beri “Varlık sorusunu unutmuş”, onun yerine “bilgi, bilim, özne, nesne, cevher, dünya” gibi kavramları koymuş, sanki sanal bir alemde, modernitenin yarattığı, “çevre, kitle imha silahları, iklim krizi” gibi belalarla baş başa kalarak “Varlık meselesini” hepten unutmuştu. Filozof 1920’lerin başında bu kulübede, tabiatın koynunda, asırlar boyunca gelmiş geçmiş bütün soruların efendisi olan “Varlık nedir?” sorusunu sordu ve Kalın’ın demesiyle “Varlık da insana benzer, onu koruyup kollar, ona sahip çıkar, onun çobanı olursan varlık sana alan açar. Tahakküm, tasallut ve istismar yoluna gidersen varlık yokluğa, anlam hiçliğe, hakikat yanılgıya dönüşür. Sahici düşünce, insanın varlığın çobanı olmayı kabul ettiği yerde kök salmaya başlar,” diyerek kolları sıvadı ve yirmince asrın en önemli eserini “Varlık ve........

© Habertürk