menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Ülkemizde duruşmalar ve vicdani kanı (II)

34 25
25.06.2024

Diğer

25 Haziran 2024

Daha önce yayımlanan yazıyı kaldığımız yerden sürdürürsek, demek, ülkemizde hiç kimse kimin şemsiyesinin çalındığını asla sormuyor, sormamaktadır. Çoğu zaman taraflar bile bıkıp duruşmaları izlemekten yoruluyor, yorulmaktadır; zamanla da artık duruşmalara hiç kimse gelmiyor, gelmemektedir. Elbette "Hukuk, hukuk kuralından daha büyük"tür. Bu yüzden "1912'de Léon Duguit, 1920'de Gaston Morin, aile, mülkiyet ve sözleşme olmak üzere üç temel kurumu düzenleyen Napoléon Code'undan (Fransız Medeni [Yurttaşlar]Yasası) bu yana özel hukuktaki değişikliklerin bu Yasa'ya karşı bir başkaldırış olduğunu belirte gelmişlerdir" (…) Zira "Hukuk dogmatiğinin temel ön doğrularından (postulat) biri, hiç kuşkusuz içinde hukuk kuralının batmadığı güneş gibi sürekli olmasıdır." (Carbonnier, Jean, Flexible droit, Paris, 1988, s. 2, 51, 168, 179).

Bütün bunlara karşın kanımca uygulama açısından bütün hukuk dünyasında, özellikle de ülkemizde yargılama süreci hukuku gerçeği, teorem ve de sorun olarak ilk sırada yer almaktadır.

Gerçekten Türk uygulamasında duruşma dosyası ile baş başa kalan yargıç da, aslında olması gereken "duruşmadan edindiği vicdani kanı"ya göre değil, sadece dosyada yazılanları okuyarak ulaştığı ve asla olmaması gereken "sözde vicdani kanı"ya dayanarak karar vermektedir.

Yine soralım. Eğer böyle yapılacak idiyse neden duruşma ve birçok oturum yapılmış, onca zaman niçin yitirilmiştir? Yargıç(lar), hazırlık soruşturması tutanaklarını okuyarak pekâlâ karar verebilirlerdi. Böylece hem zamandan kazanılmış olur, hem de insanlar yıllarca sürünüp durmazlardı.

Nitekim yine bu satırları yazdığım sırada, bilinçli hukukçuların yüzlerini kızartacak ve de herkesi çok düşündürecek bir başka haber daha veriliyordu, ülkemizde. Buna göre, bütün ülkemiz insanlarının, özellikle de hukukçuların yakından ilgilenip izledikleri 1993 "Sivas Kırımı" (Katliam) davası, Ankara 1. Ağır Ceza Mahkemesince, artık cezalandırmakta toplumsal yarar görülmediği nedenine dayanan ve hukukta ayrıklı bir kurum olan zamanaşımına uğramış ve düşürülmüştü (TCY, m. 66/1a).

Oysa bu dava, toplumun gözünde ve de hukuk açısından gerçekten çok, ama çok önemliydi. Çünkü bütün ülke bu davayı izliyor, sokaktaki her insan, suçluların bir an önce cezalandırılmalarını, yani adaletin yerine getirilmesini istiyordu. Ve çünkü herkesin gözü önünde gözbebeğimiz aydınların yakılması, toplumun belleğinde yakıcı etkiler yapmış, izler bırakmıştı. Zamanaşımı elbette hukuksal bir kurum ve gerçekti. Ancak aynı zamanda ayrıklı bir kurum ve gerçekti de. Ona sık sık başvurulamazdı. Hele ülke çapında önemli bir davada zamanaşımı nedeniyle davanın düşürülmesini sindirmek, hiç kuşkusuz çok, ama çok güçtü.

Nitekim bu suç, 1 Haziran 2005 tarihinden sonra işlenseydi, "insanlığa karşı suçlar" arasında ele alınacak ve asla zamanaşımına uğramayacaktı (TCY, m. 1/a, b ve 4).

Nitekim yıllarca Adnan Menderes ve iki bakana ölüm cezası veren Yassıada Mahkemesinin, 17 yaşındaki Erdal Eren'i yine ölüm cezasıyla cezalandıran Ağır Ceza Mahkemesinin kararlarını ve bu cezaların yerine getirilmesini, aynı toplumsal bellek hiçbir zaman unutmamış, unutamıyordu, insanlarımız da hâlâ dizlerini dövüyorlardı.

Bütün bunlar ortada iken, hukuk açısından doğru olsa bile, mahkemenin bu düşme kararını hangi toplum bağışlayıp içine sindirebilir ki!? Her şeyden önce yere göğe koyamadığımız bu devlet, otuz yıl içinde suçluları neden yakalayamamıştır? Bu suçlular, sokaklarda o suçlarıyla birlikte bugüne değin nasıl dolaşabilmişlerdir ve şimdi hangi yüzle dolaşacaklardır? Özellikle de bunları hangi toplum ve hangi hukuk haklı gösterebilir? Aslında yargılama erki ve hukuk, gelecek kuşaklara bu türden bir kararın yerindeliğini ve doğruluğunu nasıl anlatabilir ve de yaşanan toplu kıyımı yok sayılabilir ki!?

Bu konuda en önemli soru da kuşkusuz şuydu: Bu davada yargılama, neden ortalama insan yaşamının neredeyse yarısı kadar, otuz yıl sürmüştü?

Sürmüştür.

Çünkü benim ülkemde vicdani kanı, açık ve ilkelerine göre yapılan duruşmada elde edinilen ve ortaya çıkan izlenimlere göre değil, yargıçlar sık sık değişse, hatta Sivas Kırımı davasında olduğu gibi zamanaşımına uğrayacak ve suça bakan ilk yargıçlarını emekli edecek biçimde sürse bile, dosyadaki bilgi ve tutanaklara göre oluşturuluyor; bu kanı, bütün dünya hukukuna inat, yargıçtan yargıca aktarılabiliyordu!?

Çünkü asıl olan, yaşanan, bilim değil, uygulamaydı ve de "bilim başka, uygulama başka"ydı.

Dolayısıyla bilim, asıl olan uygulamaya asla yol gösteremiyordu, gösteremezdi de.

Anımsatalım ki, her yargıç, yargılama etkinliğini, ilkelerine göre yaptığı duruşma ve ulaştığı besbellilik noktasına göre bir kararla sonuçlandırmak zorundadır. Bu besbellilik ise, belli bir dereceye varınca bir olasılığa ulaşılmış, olasılık da belli bir dereceye ulaşınca kuşku birlikte yenilmiş ve birlikte bir kanıya (kanaat, conviction, convin­zione) ulaşılmış olma anlamına gelmektedir. Yineleme pahasına anımsatalım ki, bu işlem, Weber'in kullandığı iki ucu sivri olan pergele benzetmektedir ve de şudur: Weber Pergelinin iki ucu yeterince aralıklı iken iki batış duyulduğu ve uçlar birbirine yaklaşıp birleşmediği halde, belli bir aralığa inildiği zaman artık tek bir batışın duyulmaya başlanır. Yaşanan bu olayın bilimsel alandaki, yani ruhbilimdeki adı ise, "iki nokta eşiği"dir (İn. twopoint threshold, F. seuil en deux points, İ. soglia a due punti) ve tanımı da şudur: "İki sivri ucun, belirli bir deri bölgesine dokundurulduğu zaman iki ayrı basınç olarak algılanabilmesi için aralarında bulunması gereken en küçük açı, aralık." (Enç, Mithat, Ruhbilim Terimleri Sözlüğü, Ankara, 1974, s. 94, n. 1018).

İşte vicdani kanı, bu iki ucun birleşmediği, Ozan Karakoç'un deyişiyle "lambada titreyen alevin üşüdüğü" o nazik anda kurulan yargıdır, yargıç açısından. Bu yüzden Foschini'ye göre, "kuşkudan sanık yararlanır" ilkesi, yargılamada vazge­çilemez bir güvencedir. Bu ilkenin ışığında bir yargıcın kuşkusunu yüzde yüz yenerek besbellilik yargısına ulaşması ise, gerçekten her zaman tersi de olası bulunan kişisel bir görüş olmanın ötesine hiçbir zaman geçmemiştir, geçemeyecektir de.

Aynı doğrultuda Carne­lutti de, Platon'un ünlü mağara benzetmesi gibi, karar anında yargıcı mağaraya girmiş, sırtını kapıya vermiş bir insana benzetmiştir.

Dolayısıyla suç yargılama süreci hukukunda her karar, olası bir adli yanılgıyı her zaman içinde, varoluşunda taşımaktadır. Bu yüzden her kararda yargıç, Borges'in çok sevdiği Çinli düşünür "Zuang Zi'nin Düşü"nü anımsamalıdır. Bilindiği üzere, düşünür, düşünde bir kelebek olduğunu görmüştür. Ancak uyandığında, düşünde kendisini bir kelebek olarak gören bir insan mı, yoksa düşünde kendini bir insan olarak gören bir kelebek mi olduğunu asla bilememiştir.

Tam bu noktada bir ayraç açarak geleceğin hukukçularına, özellikle de ceza yargıçlarına, bir anımı anlatmak isterim.

İlçe kaymakamı, telefonla aramış, ağır ceza mahkemesi başkanlığından emekli kayınbabasının beni ziyaret edeceğini bildirmişti. Derken apak saçlı başkan, saygıyla odama girdi. Yargıç ve savcılık mesleğinin önemini, güçlüğünü ve de yüklediği ağır sorumluluğu anlatmaya başladı. Derken, tasarlayarak insan öldürme suçundan birini ölüm cezasına çarptırdığını, Yargıtayın onamasından, TBMM'den geçtikten ve cezanın yerine getirilmesinde sonra bir gün, yolda birinin ellerine öperek ve kendisine "yaşamımı size borçluyum" diyerek teşekkür ettiğini, nedenini sorunca da "O adamı, sizin astığınız adam değil, ben öldürmüştüm" dediğini, o günden sonra da kendisinin geceleri hiç uyuyamadığını anlatmaya ve ağlamaya başlamıştı.

Çok üzülmüş, ne diyeceğimi şaşırmıştım.

Ve o başkan, birkaç ay sonra da ölmüştü.

Ben ise, ömrüm boyunca, bugün bile ne o olayı, ne de o başkanı hiç, ama hiç unutmadım, belleğimden silemedim.

Evet, şimdi bütün hukukçulara, özellikle de bütün yargıçlara, görevleri sorumluluk bilincini eğiterek geliştirmek için hapis cezalarının yerine getirilmesini (infaz) üstlenen hukukçulara iki filmi kesinlikle birkaç kez izlemelerini, yaşadıkları her olayda sık sık anımsamalarını salık vereceğim.

Bunlardan birincisi, Sidney Lumet'in yönettiği, Henry Fonda'nın başrolü oynadığı, "vicdani kanı" yargısının ne denli duyarlı ve önemli olduğunu anlatan 1957 ABD yapımı "On İki Öfkeli Adam" filmidir.

İkincisi ise, senaryosunu Frank Darabont'un yazıp yönettiği, başrollerini Tim Robbins ve Morgan Freeman'ın oynadığı 1994 yapımı "Tutsaklığın Karşılığı" (Esaretin Bedeli, The Shawshank Redemption) filmidir. Filmde başarılı ve çok zeki bir bankacı olan Andy Dufresne (Tim Robbins), aslında suçsuzdur. Buna karşın, eşini öldürdüğü gerekçesiyle hüküm giymiş ve Shawshank Devlet Cezaevi'nde yatarken rüşvetçi müdürün güvenini kazanmış ve de cezaevinden kaçmayı başarmış bir hükümlüdür. Onun yakın dostu ise, otuz yıl sonra işlediği suçtan pişmanlık duyup duymadığını soran infaz yargıcına "Onu bilmiyorum. Şu anda bildiğim tek şey, şudur: Karşınızda duranın, yaşlı biridir" diye yanıt veren Redding'dir (Morgan Freeman).

Evet, adli yanılgıdan........

© T24


Get it on Google Play