Küreselleşmenin bedeli: Türkiye’nin yerli markaları birer birer yabancı ellerde
1980’lerle başlayan dışa açılma politikaları ve 2000’lerde hız kazanan özelleştirmeler, Türkiye ekonomisinin mülkiyet yapısını köklü biçimde dönüştürdü. Sermaye yetersizliği, yüksek finansman maliyetleri ve kur istikrarsızlığı nedeniyle büyüme ve ihracat için gereken kaynaklara ulaşamayan yerli markalar, çözümü yabancı fonlarda aradı. Ancak bu süreç, “sermaye girişi” ile “egemenlik kaybı” arasındaki hassas çizgiyi her geçen yıl daha da belirginleştirdi. Kısa vadede küresel ağlara katılım finansman ve teknoloji erişimi sağlarken, uzun vadede kâr ve karar merkezlerinin ülke dışına taşınması ekonomik bağımlılığı derinleştirdi. Neoliberal dönemin “görünmez el”e sınırsız güveni, üretimi değil finansallaşmayı büyüttü; refahı değil, kırılganlığı artırdı.
Bir zamanların “milli gururu” olan markalar — çaydan şekere, sütten enerjiye, modadan dijital hizmetlere kadar — artık küresel devlerin portföylerinde yer alıyor. Türkiye, bu tabloyla uluslararası sermaye zincirinin bir halkasına dönüşürken “yerli markaların el değiştirmesi” tartışması yeniden alevlendi. Kısa vadede yabancı sermaye finansman, teknoloji ve ihracat imkânı sunarken; uzun vadede kâr transferi, stratejik kontrol kaybı ve ekonomik bağımlılık riskleri derinleşiyor. Türkiye, bugün küresel sermayenin cazibesiyle ekonomik egemenliğini koruma mücadelesi arasında ince bir denge kurmaya çalışıyor.
Türkiye’de yerli markaların yabancı sermaye tarafından satın alınmasının ardında çoğu zaman gönüllü tercihler değil, yapısal zorunluluklar yatıyor. Aşağıdaki tablodada özetlendiği üzere; Sermaye yetersizliği, yüksek finansman maliyetleri, kur oynaklığı ve ölçek büyütme gereksinimi, pek çok markayı dış kaynağa yöneltiyor. Uluslararası devlerin geniş dağıtım ağları, finansal gücü ve küresel marka yönetimi deneyimi kısa vadede cazip görünüyor. Özelleştirme politikaları da yabancı yatırımcıların pazara girişini kolaylaştırarak bu süreci hızlandırdı.
Ancak sermaye girişinin getirdiği kısa vadeli canlılık, uzun vadede egemenlik kaybına dönüşme riski taşıyor. Çünkü üretim tesisleri Türkiye’de kalsa da, karar alma ve stratejik yönetim merkezleri giderek ülke dışına taşınıyor. Sonuçta, sermaye ihtiyacını karşılamak için yapılan bu satışlar, zamanla yerli markaların kontrol gücünü zayıflatıyor; Türkiye’yi küresel ağların taşeronu haline getiren yapısal bir bağımlılığa dönüştürüyor
Türkiye’nin bir zamanlar gururla andığı markalar artık farklı ülke merkezlerinden yönetiliyor. Gıdadan dijitale, boyadan enerjiye uzanan bu tablo, ekonomik sınırların ötesinde bir egemenlik kaybına işaret ediyor.
Gıda ve İçecek Sektörü: Ulusal Tatların Küresel Yolculuğu
Türkiye’nin gıda markaları, 2000’li yıllardan itibaren uluslararası şirketlerin yoğun ilgisiyle karşılaştı. Birçok yerli marka, sermaye ihtiyacını karşılayamadığı için yabancı yatırımcılara devredildi. Aşağıdaki tabloda özetlendiği üzere; 2000’li yıllarda Türkiye’nin güçlü olduğu gıda sektörü, yabancı ilgisinin odağı haline geldi: İçim (Lactalis), Doğadan (Coca-Cola), Banvit (BRF & QIA), Oltan Gıda (Ferrero) ve Kent (Mondelez) örnekleri, bu sürecin en bilinenleri. Bu satışlarla birlikte üretim sürse de karar merkezleri yurt dışına taşındı; kâr transferleriyle net döviz kaybı oluştu.
Bu satışlarla birlikte, Türkiye’nin güçlü olduğu süt, çay, şekerleme ve et işleme alanlarında karar merkezi artık yurtdışına taşındı. Kısa vadede üretim ve istihdam korunsa da, uzun vadede........





















Toi Staff
Sabine Sterk
Penny S. Tee
Gideon Levy
Waka Ikeda
Grant Arthur Gochin
Tarik Cyril Amar
Rachel Marsden