Tuğba Tekerek, “Taşra Üniversiteleri: AK Parti’nin Arka Kampüsü” adlı eseriyle 47. Sedat Simavi Ödülleri’nde, sosyal bilimler dalında övgüye değer bulundu. Tekerek Türkiye’deki akademik arenadaki erozyonu, Antroposen Sohpetler programında anlattı.

Türkiye’de üniversite var-dı. ‘Dı’ diyorum, çünkü artık Türkiye’de değerini yitirmiş ve amacından sapmış bir kurum olarak üniversite var. Açık Radyo’da hazırladığım Antroposen Sohbetler programının son bölümünde gazeteci Tuğba Tekerek’i ağırladım. Söyleşide odak noktamız, genellikle karmaşık bir konu olarak algılanan ve Türkiye’de değerini yitirdiğini düşündüğüm üniversitelerdi.

Tuğba Tekerek’in 2023’te yayımlanan “Taşra Üniversiteleri – AK Parti’nin Arka Kampüsü” başlıklı kitabı, günümüzde yaşadığımız üniversite enflasyonunu “değersizleştirme” ekseninde sorguluyor ve bu bağlamda derslerden öğrenci kulüplerine, yurtlardan kampüs camilerine kadar taşradaki üniversitelerin geniş bir perspektifini çiziyor. Söyleşi sırasında ele aldığımız konuların ana fikrini, bu metinde farklı başlıklar altında sizlere sunmaya çalıştım. Ancak önce, üniversite evrensel anlamda ne ifade ediyor, bu sorunun yanıtını vermeliyim.

Üniversite, kendi başına oldukça önemli ve karmaşıklığı ile dikkat çeken bir konu ve bu konu ülkemizde artık daha da karmaşık bir halde. Bu sebeple, tanımını ve Türkiye’deki üniversite algısını basitçe özetlemek pek mümkün olmayabilir. Genel olarak, üniversite çağdaş toplumların en değerli kurumlarından biridir, çünkü bilgi üretimi konusunda kadrolarıyla ve yapılanmasıyla önemli bir misyon taşır. Üniversite, esasen çeşitli fakülteler, enstitüler, yüksekokullar ve benzeri araştırma birimlerini içeren bir öğretim kurumunu ifade eder. Bu kurum, sadece ileri düzeyde öğretim faaliyetleri yürütmekle kalmaz, aynı zamanda bilimsel araştırmalar yaparak yeni bilgi üretir. Üstelik, “bilimsel özerkliğe” ve kamu tüzel kişiliğine sahiptir. Türkiye’de 1933 yılında gerçekleşen üniversite reformu, bu karmaşık konuyu ülkemizde de derinlemesine idrak etmemiz için bir başlangıç noktası olmuştur. Reform öncesi hazırlıklar, 1932’de Türkiye’ye davet edilen ve Darülfünunu analiz eden Profesör Albert Malche’nin gözlemleriyle başlar ve reformun ilk adımlarını anlamak ve bugün geldiğimiz noktayı değerlendirmek için bu gözlemlere odaklanmak yerinde olur.

Prof. Albert Malche Cenevre Üniversitesi pedagoji profesörüdür. Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte inkılaplara ayak uyduramadığı ve yeni Türkiye’nin gelişimine katkıda bulunamadığı düşünülen Darülfünun’da incelemeler yapıp bir rapor hazırlaması için ülkemize davet edilmiş bir bilim insanı. Kendisinin gözlemleri oldukça ilginç sonuçları ortaya koymuş.

O dönemde, Türkiye’de, Darülfünun’da yaklaşık 250 akademisyen olduğu biliniyor. Ancak Malche, Türkiye’de dünyanın başka hiçbir yerinde görmediğimiz bir şeyi vurguluyor: Muallim ve müderrislerin (yani öğretmenler) Darülfünun’un bir parçası olması. Buna ek olarak bilimsel yayınların eksikliğinden, üniversitede çalışan akademisyenlerin ek işler yapmak zorunda kalmasından, öğrencilerin yabancı dil bilmemelerinden bahsederken, hazırladığı raporda Darülfünun’un Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı olmasının özerklikle bağdaşmadığından da bahsediyor. Ülkesine dönmesinden sonra hazırladığı ikinci raporda ise Darülfünun sonrası kurulacak üniversitede “tüccar prof.” (bilimden çok ticaretle uğraşan) veya “tercüman prof.” (kitaplardan çeviri yaparak ders veren) kadrolarına da yer verilmemesini istemiş.

29 Mayıs 1932 tarihli Malche Raporu’nu inceleyen Atatürk, Darülfünun’daki öğretim üyesi sayısını fazla, nitelik olarak da yetersiz bulmuş ve şu notu düşmüş: “Şahsi mütalaa ve araştırmaya sevk eden tarzda tedris yok. Ansiklopedik malumat veriliyor.” Böylece o dönemde Atatürk geçici olarak özerkliğin kalkmasını ve hızlı bir tasfiye yapılmasını desteklemiş. Sonuçta İstanbul Üniversitesi’nin ilk kadrosu, Darülfünun’dan kalanlar, Avrupa’da eğitim görmüş gençler ve yabancı (Almanya’dan ülkemize davet edilen) profesörlerden kuruldu. Böylece Milli Eğitim Bakanlığı üniversite ve Cumhuriyet devrimleri arasında sıkı işbirliği oluşturmayı hedeflemişti. Aynı zamanda da üniversiteyi ülke sorunlarının çözümlerine ortak etmek istemişti. Çağdaş bilime yönelişin ilk adımları 1933 yılında atılmıştır. Yani, yükseköğretimde düşünce ve bilgi üretimi yaratıcılığını geliştiren bir sisteme geçilmiştir.

Malche, akademisyen sayısını azaltmanın ve odak noktasını araştırmaya kaydırmanın gerekliliğini altı çizmişti, ancak bu değişikliğin önemini ifade etmesine rağmen, nasıl başarabileceğini belirtmemişti. Üniversitede öğrencilerin araştırmalara katılımını teşvik eden bir sistemin olmasını gerektiğini vurguluyor ve üniversitelerin sadece öğretmeye odaklanmadan aynı zamanda hocaların araştırmaları üzerine tartışmaların yapıldığı bir yer olması gerektiğini belirtiyordu. Tüm bunlar umut verici görünüyordu, fakat bugün baktığımız resim o dönemdeki temel amaçlardan çok farklı bir perspektife sahip.

Bugün öğretim üyesi başlığı altında akademik unvanlara sahip personel sayısının neredeyse 200 binlere ulaştığını özellikle belirtmek isterim. Yaklaşık 250 akademisyenden tasfiyelerle şekillenen akademi, sonrasında sınırlı ve nitelikli kadrolar oluşturmaya çalışırken, bugün inanması zor bir akademik personel sayısıyla şekillenen onlarca “üniversite”nin olduğu bir ülke halindeyiz. Nicelikle nitelik arasındaki ayrımı yapamayan politikalarla niceliğin niteliği ezdiği bir dönemde artık şüphesiz çürüyen bir üniversite ortamı söz konusu. Lale Akarun’un geçtiğimiz günlerde ülkemizin köklü üniversitelerinden biri olan Boğaziçi Üniversitesi’nin son durumunu gözler önüne seren yazısı bunun en güzel ve en trajik örneği niteliğinde.

Bugün değersizleştirme politikası altında üniversitenin bir ileri liseye dönüştüğünü de söylemek yanlış olmaz. Adeta bizler, öğretim üyeleri olarak, hemen her orta öğretim öğrencisinin üniversiteye girebileceği bir ülkede ortaöğretimin eksikliklerini kapatmaya çalışan kadrolar gibi çalışıyoruz. Dolayısıyla bugün üniversite 1933 yılındaki o büyük reformun da gerisine düşerek ülkemizde başka bir şeye evriliyor, sahip olduğu evrensel tanımdan uzaklaşıyor.

Taşra Üniversiteleri kitabında yazar Tuğba Tekerek Bartın’daki Moleküler Biyoloji Bölümü örneğini vermişti ve söyleşimizde de bu bölüme giren öğrencilerin Yükseköğretim Kurumları Sınavında biyoloji, kimya ve fizik testlerinden sıfır net çıkarması durumuna dikkat çekti. Tuğba Hanım programda kitapta sorduğu soruyu tekrarladı: “Peki sıfır bilgiye sahip bir öğrenciye nasıl moleküler biyoloji öğretebilirsiniz? Bu öğrenci nasıl diploma alabilir?”. Gelgelelim, bu öğrenciler gerçekten de diplomalarını alıyorlar. Tuğba Hanım, yaptığı görüşmelerden hareketle birçok öğrenci başarısız olduğunda, genellikle öğretim üyesini CİMER’e şikâyet ediyor diyor ve bu kişileri mezun etmek adına bir şekilde kolaylık sağlandığına dikkat çekiyor. Bu oldukça yaygın bir durum haline gelmiş artık. Son dönemde geçme notu sınırı da kaldırılmış ve kaldırıldıktan sonra notlar daha da düşmüş.

Bu yılın popüler konuları arasında Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne Türkçe’de eksi yedi buçuk net yapan bir öğrencinin girmesi olmuştu.

Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden bir profesör Tuğba Hanım’a şunları söylüyor: “Buraya geldiklerinde tek bir kitap okumamışlardı. Ben mezun ederken bir kitap okutmaya çalışıyorum, ancak çoğu zaman başaramıyorum.”

Moleküler Biyoloji profesörü ise başka bir şeyden bahsediyordu: “Bir dersi öğretebilmeniz için en önemli motivasyon, öğrencinin öğreniyor olması. Ancak öğrenci öğrenmiyorsa, öğrencinin bilgiyi absorbe etme kapasitesi yoksa, ilgisi yoksa ve ilgisi, merakı o zamana kadar tamamen körelmişse, öğretim üyesi o öğrenciye ne anlatabilir?”

Bir başka profesörün sözü: “Ders anlatıyormuş gibi davranıyoruz; öğrenciler dinliyormuş gibi yapıyor, ancak dinlemiyorlar.”

Bugün üniversitede gerçek bir öğrenme süreci yok. Öğrenci öğreniyor mu öğrenmiyor mu, bilmiyoruz. Aslında o profesörün dediği gibi, ders anlatıyormuş gibi davranmak, öğrencinin de dinliyormuş gibi yapması, aslında durumun vahametini açıkça ortaya koyuyor.

Özellikle üniversitenin özgür bir ortam olması şart, dediğiniz gibi birçok konuyu rahatlıkla konuşabileceğimiz, öğrenebileceğimiz veya araştırabileceğimiz, özgürce işbirlikleri yapabileceğimiz bir ortam olması üniversiteyi ortaöğretimden ayıran en önemli özellikler. Ancak, bu özellikleri kazanmaya ve geliştirmeye çalışırken birden kaybetmiş gibi görünüyoruz.

Şu anda her şehre bir üniversite düşüncesi iyice kanıksanmış bir politika. Siyasi iktidarın yaklaşımıyla üniversiteler uzun zamandır ülkemizin her şehrinde ve hatta her ilçesinde açılıyor. Şu anda Türkiye’de 200’ün üzerinde üniversitemiz bulunuyor. Peki, ülkemizde her şehre bir üniversite açılmasının gerçek amacı ne olabilir? Taşra Üniversiteleri kitabından ve söyleşimizden yola çıkarak nasıl bir çıkarım yapılabilir sorusuna ekonomik bir yaklaşımla cevap vermeye çalışabileceğimizi anlıyorum.

Tuğba Hanım’a bu soruyu sorduğumda araştırmasına dayalı olarak verdiği yanıt çok çarpıcı oldu. Şöyle söylüyor:

“Bu sebebi açıklamadan önce bir şey belirtmek istiyorum. Her ile bir üniversite, her ile birkaç üniversite, hatta ilçelere üniversite açılması durumu var. Mesela, Şebinkarahisar’daki Moda Tasarımı Yüksekokulu’nu anmak isterim. Şebinkarahisar, Giresun merkeze üç saat uzaklıkta. Burası tepeler arasındaki virajlı yollardan gidilen bir yer. O zamanlar hesaplamıştım ve sanırım ilçedeki her yedi kişiden birisi öğrenciydi. Yani ilçe göç veriyor. Göçle giden nüfusu gelen öğrenciyle telafi etmeye çalışıyorlar ve burada moda tasarımı öğretecekler. Ancak öğrencilerin kumaş bulması, aksesuar bulması, sektörle bağlantı kurup staj yapması gibi şeylerin mümkün olmadığı bir yerde üniversite açılmış.

Buradan sizin sorunuza gelebilirim. Neden böyle yerlerde üniversite açılıyor? Çünkü Şebinkarahisar esnafı para kazansın diye! Sonra AK Partili siyasetçiler, ‘Bakın, size öğrenci getirdik, ilçenin ekonomisini kalkındırdık,’ desin diye. Bu durumun önemli faktörlerinden biri ilçelerde ekonomik hareketlilik sağlamak. Burada bir örneği daha belirtmek istiyorum. Bir dönem Giresun Üniversitesi üç hafta geç açılıyor ve buna itiraz eden Giresun Otelciler ve Kahveciler Odası oluyor. Diyorlar ki, ‘Bu sene fındık rekoltesi de kötüydü zaten. Şehrimizde öğrenciden başka para sirkülasyonu yoktur. Dolayısıyla, yönetimin, üniversite yönetiminin bu kararı gözden geçirmesi ve ne istediğimize dair düşünmesi gerekiyor.’ Fındık rekoltesinin yerine öğrencinin getirdiği parayı koymaya çalışıyorlar. Bu anlayış ve böyle bir sistem var. Ekonomik kısmı birincisi. Ayrıca, büyük sermaye sahiplerine inşaat ihaleleri ve para aktarma kısmı gibi ekonomik bir boyutu daha var.”

Ayrıca, bu üniversitelerde istihdam da sağlanıyor. Tuğba Hanım söyleşimizde üniversitelere alınacak temizlik görevlileri için kura ile çekiliş yapıldığını söylüyor ve bu çekilişte, rektörün konuşma yaptığının altını çiziyor. Şöyle söylüyor:

“Yani bir üniversitede o üniversite rektörünün konuşma yaptığı bir temizlikçi alımı söz düşünün. Ardından şanslı adaylar mülakatla seçiliyor. Mülakatın sonucunda, siyasi iktidara yakın birisi ise alınma olasılığı daha yüksek oluyor.”

Tuğba Hanım ikinci önemli faktörün ise ülkenin her ilinde AK Parti çizgisinde konuşacak entelektüellerin, tırnak içinde “profesörlerin” olması ihtiyacına dikkat çekiyor. Bu kişiler tabii ki sahadan bilgi toplayacak, kürt meselesi ve kadın konularında bilgi toplayacak ve bu bilgileri kendi perspektiflerinin elverdiği ölçüde süzecekler. Sonra da AK Parti’ye yakın bir ideoloji çerçevesinde hareket edecekler. Bu sayede en önemli şey, dindar ve milliyetçi bir nesil yetiştirmek.

Türkiye Cumhuriyeti 90 yıl önce adım atmaya başladığı üniversite yolunda pozitif bir ivmeyle ilerleme eğilimi göstermiş olsa da, ne yazık ki bugün geldiğimiz yer bu söyleşiyle özetlemeye çalıştığım, yukarıda anlatmaya çalıştığım olaylar ve bu olayların farklı versiyonlarıdır. Bu olayların bir kısmı Aziz Nesin hikayelerine yakın ve bir kısmı da neredeyse bu hikayelerin ötesinde bir yerde. Eğitim ve öğretim kurumlarımızda çağa uygun adımlar atmamız gerekirken geldiğimiz bu noktayla cemaatlerin eğitim politikamız içindeki yerini tanımlayan ve bu toplulukları meşrulaştırmaya çalıştığımız hakikatin ötesinde bir “değersizleştirme” dönemindeyiz. Durum hiç iyi değil, peki çözüm; belki başa dönüp aynı ilkelerle bir reform daha yapmak olabilir. Ama kesin olan bir şey var ki, herşeyden önce orta öğretimde bir reform yapmak ve üniversiteye girecek öğrencilerin yükseköğretim öncesi nesnel ilkelerle eğitimine olanak sağlamak bugün çok önemli bir gereklilik.

Tuğba Hanım’la yaptığım söyleşi çok verimli bir sohbet oldu. Söyleşimiz 26 Aralık 2023 tarihinde saat 19.00’da Açık Radyo’da yayınlanacak. Bu yazı o söyleşinin bir özeti niteliğinde. Söyleşiyi dinlemenizi şiddetle tavsiye ediyorum. Tabii “Taşra Üniversiteleri. – Ak Parti’nin arka kampüsü” başlıklı kitabı da bu yazıyı okuyan herkese tavsiye ediyorum.

İstenmeyen posta göndermiyoruz! Daha fazla bilgi için gizlilik politikamızı okuyun.

Aboneliğinizi onaylamak için gelen veya istenmeyen posta kutunuzu kontrol edin.

QOSHE - Akademik iflas: Türkiye’de yükseköğretimde değer erozyonu - Utku Perktaş
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Akademik iflas: Türkiye’de yükseköğretimde değer erozyonu

12 11
24.12.2023

Tuğba Tekerek, “Taşra Üniversiteleri: AK Parti’nin Arka Kampüsü” adlı eseriyle 47. Sedat Simavi Ödülleri’nde, sosyal bilimler dalında övgüye değer bulundu. Tekerek Türkiye’deki akademik arenadaki erozyonu, Antroposen Sohpetler programında anlattı.

Türkiye’de üniversite var-dı. ‘Dı’ diyorum, çünkü artık Türkiye’de değerini yitirmiş ve amacından sapmış bir kurum olarak üniversite var. Açık Radyo’da hazırladığım Antroposen Sohbetler programının son bölümünde gazeteci Tuğba Tekerek’i ağırladım. Söyleşide odak noktamız, genellikle karmaşık bir konu olarak algılanan ve Türkiye’de değerini yitirdiğini düşündüğüm üniversitelerdi.

Tuğba Tekerek’in 2023’te yayımlanan “Taşra Üniversiteleri – AK Parti’nin Arka Kampüsü” başlıklı kitabı, günümüzde yaşadığımız üniversite enflasyonunu “değersizleştirme” ekseninde sorguluyor ve bu bağlamda derslerden öğrenci kulüplerine, yurtlardan kampüs camilerine kadar taşradaki üniversitelerin geniş bir perspektifini çiziyor. Söyleşi sırasında ele aldığımız konuların ana fikrini, bu metinde farklı başlıklar altında sizlere sunmaya çalıştım. Ancak önce, üniversite evrensel anlamda ne ifade ediyor, bu sorunun yanıtını vermeliyim.

Üniversite, kendi başına oldukça önemli ve karmaşıklığı ile dikkat çeken bir konu ve bu konu ülkemizde artık daha da karmaşık bir halde. Bu sebeple, tanımını ve Türkiye’deki üniversite algısını basitçe özetlemek pek mümkün olmayabilir. Genel olarak, üniversite çağdaş toplumların en değerli kurumlarından biridir, çünkü bilgi üretimi konusunda kadrolarıyla ve yapılanmasıyla önemli bir misyon taşır. Üniversite, esasen çeşitli fakülteler, enstitüler, yüksekokullar ve benzeri araştırma birimlerini içeren bir öğretim kurumunu ifade eder. Bu kurum, sadece ileri düzeyde öğretim faaliyetleri yürütmekle kalmaz, aynı zamanda bilimsel araştırmalar yaparak yeni bilgi üretir. Üstelik, “bilimsel özerkliğe” ve kamu tüzel kişiliğine sahiptir. Türkiye’de 1933 yılında gerçekleşen üniversite reformu, bu karmaşık konuyu ülkemizde de derinlemesine idrak etmemiz için bir başlangıç noktası olmuştur. Reform öncesi hazırlıklar, 1932’de Türkiye’ye davet edilen ve Darülfünunu analiz eden Profesör Albert Malche’nin gözlemleriyle başlar ve reformun ilk adımlarını anlamak ve bugün geldiğimiz noktayı değerlendirmek için bu gözlemlere odaklanmak yerinde olur.

Prof. Albert Malche Cenevre Üniversitesi pedagoji profesörüdür. Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte inkılaplara ayak uyduramadığı ve yeni Türkiye’nin gelişimine katkıda bulunamadığı düşünülen Darülfünun’da incelemeler yapıp bir rapor hazırlaması için ülkemize davet edilmiş bir bilim insanı. Kendisinin gözlemleri oldukça ilginç sonuçları ortaya koymuş.

O dönemde, Türkiye’de, Darülfünun’da yaklaşık 250 akademisyen olduğu biliniyor. Ancak Malche, Türkiye’de dünyanın başka hiçbir yerinde görmediğimiz bir şeyi vurguluyor: Muallim ve müderrislerin (yani öğretmenler) Darülfünun’un bir parçası olması. Buna ek olarak bilimsel yayınların eksikliğinden, üniversitede çalışan akademisyenlerin ek işler yapmak zorunda kalmasından, öğrencilerin yabancı dil bilmemelerinden bahsederken, hazırladığı raporda Darülfünun’un Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı olmasının özerklikle bağdaşmadığından da bahsediyor. Ülkesine dönmesinden sonra hazırladığı ikinci raporda ise Darülfünun sonrası kurulacak üniversitede “tüccar prof.” (bilimden çok ticaretle uğraşan) veya “tercüman prof.” (kitaplardan çeviri yaparak ders veren) kadrolarına da yer verilmemesini istemiş.

29 Mayıs 1932 tarihli Malche Raporu’nu inceleyen Atatürk, Darülfünun’daki öğretim üyesi sayısını fazla, nitelik olarak da yetersiz bulmuş ve şu notu düşmüş: “Şahsi mütalaa ve araştırmaya sevk eden tarzda tedris yok. Ansiklopedik malumat veriliyor.” Böylece o dönemde Atatürk geçici olarak özerkliğin kalkmasını ve hızlı bir tasfiye yapılmasını desteklemiş. Sonuçta İstanbul Üniversitesi’nin ilk kadrosu, Darülfünun’dan kalanlar, Avrupa’da eğitim görmüş gençler ve yabancı (Almanya’dan ülkemize davet edilen) profesörlerden kuruldu. Böylece Milli Eğitim Bakanlığı üniversite ve Cumhuriyet devrimleri arasında sıkı işbirliği oluşturmayı hedeflemişti. Aynı zamanda da üniversiteyi ülke sorunlarının çözümlerine ortak etmek istemişti. Çağdaş bilime yönelişin ilk adımları 1933 yılında atılmıştır. Yani, yükseköğretimde düşünce ve bilgi üretimi yaratıcılığını geliştiren bir sisteme geçilmiştir.

Malche, akademisyen........

© yetkinreport.com


Get it on Google Play