Taş olmak
Diğer
26 Ocak 2025
Ninemin masallarında, ya başında ya da sonunda, insanlar hep taş olurdu. Acıdan taş olunurdu, sabırdan taş olunurdu, korkudan taş olunurdu. Ama sonunda mutlaka taş toprak dile gelir, yazgısı çile ve ölüm olan insanoğluna hiç unutamayacağı, çocuklarına, torunlarına anlatması gereken çok önemli şeyler söylerdi.
Sonra okumayı söker sökmez-benim çocukluk zamanlarımda “okumayı sökmek” denilirdi- aydınlanmacı babam beni ninemin masallarındaki keder ve korkunun esaretinden kurtardı.
Önüme, yaldızlı kartpostallardakilere benzeyen resimlerle bezenmiş, Andersen’den Masalları bıraktı.
Kırmızı Dans Pabuçları, Kibritçi Kız, Küçük Deniz Kızı, Çirkin Ördek Yavrusu, yalnızca büyüleyici değil, özgürleştirici masallardı.
Böylece ninemin kederle bezenmiş masallarının fışkırdığı coğrafyanın sınırlarını aşan düşler kurmaya başlayabildim.
Artık farklı olmanın, hüzünlü bir deniz kızı olmanın, kırmızı pabuç diye tutturmanın, kibrit ateşiyle tutuşan umutsuz düşlerin ne olduğunu duyumsayabiliyor, zihnime kodluyordum.
Yüzünü yaşamdan çok ölüme dönmüş ninemin, konuşturduğu taşın toprağın, henüz doyamadan yitirdiği insanlar olduğunu, böylece onun ölülerin bilgeliğine sığınarak teskin olduğunu da ilerleyen zamanlarda anladım.
Yangın yerine dönmüş memleketin orta yerinde, artık her gün buyurgan zihnime gönülsüzce eşlik ederek sürüklenen bedenimi alıp girdiğim hastane koridorlarında, taş olmamak için sığındığım vahalardan sıkça uğradığım sinemada İran sinemasından iki film seyrettim.
O son kibrit çöpü sönünce umutsuz düşleriyle birlikte soğuktan taş olanları, inancın gözünü cehennemden ayırmayan karanlığını, ninemin masallarındaki ağzından ateş çıkan ejderhaları, ejderhalara direnirken taş toprak olmuş kadınların, çocukların çığlığını duydum.
En Sevdiğim Pastam (My Favourite Cake) ve Kutsal İncirin Tohumu (The Seed of The Sacred Fig), yalnızca bu yılın değil son zamanların en iyi filmleri.
Cehennem ateşlerini harlayanların coğrafyasında yaşamak çırpınmalarını, her şeye rağmen ezeli umudu yoklayan aşka, hayaletlere uğrayan cesur kadınları, cehennemi yaratanların kendilerinin de birer zebaniye dönüşüp kül oluşunu sinemadan başka ne bu denli keskin ve berrak anlatabilir ki.
İlk filmin yönetmenleri uluslararası ödüllerini almak için ülkeden çıkamayınca, onların yerine ödül törenine gönderdikleri fotoğrafları katılmıştı.
İkinci filmin yönetmeni ise rejimi tehdit etmekten hapis cezası aldığı için iltica etmiş, yerleştiği yeni coğrafyadan özgürlükleri için ölen kadınları ve gençlerin katıldığı gösterileri rahatça paylaşmış, dünyayı sarsacak kocaman bir çığlık atar gibi her şeyi, cehenneme çevirdikleri ülkede tüm olup biteni iki buçuk saatte zihinlere dokumuştu.
O filmlerde yakalandığım yalnızca ortak hüzün müydü yoksa yokuş aşağı inen freni bozulmuş bir kamyona benzeyen memleket ile ilişkili endişeli karamsarlığımın sarsıntıları mıydı bilemiyorum.
Kendimi Melankoli (Lars von Trier) filmindeki, dünyanın sonunun geldiğini herkesten önce anlayan, duyumsadığı hüzün ve........
© T24
visit website