Fred ağabeyin ardından
Yaklaşık çeyrek asır öncesiydi. Risale-i Nur üzerine İstanbul’da gerçekleşecek bir uluslararası sempozyuma sunulan bazı tebliğlerin Türkçe’ye tercümesini üstlenmiştim. Bu tebliğler içinde biri, dili ve içeriği ile özellikle dikkatimi çekti. Fred A. Reed isminden haberdar olmam da işte bu tebliğ ile oldu. Tebliğinin içerdiği özgünlük sebebiyle sempozyum ekibine kendisiyle ilgili merakaver birkaç soru sorduğumda, Türkiye üzerine bir kitabının kısa zaman önce yayınlanmış olduğunu öğrendim. Hem o kitabı, hem İran üzerine iki, Yunanistan üzerine bir kitabı kendilerinden ödünç olarak aldım. O sıralar ABD’de doktora yapan tanıdık bir isim Türkiye üzerine olan kitabın çevirisiyle ilgili bir girişime bizi cesaretlendirince, Fred A. Reed ile temasım daha ileri bir noktaya gelecekti.
Yüzyüze ilk görüşmemiz, yanılmıyorsam 2002 yılında bir başka sempozyum esnasında ve kitabının Türkçe’ye tercüme süreciyle ilgili olarak gerçekleşti. Bir veya iki görüşme sonrasında ise, artık iki dost sayılırdık. O ve eşi, kısa süre içinde bizim için ‘Fred abi ve İnci abla,’ çocuklarımız için de ‘Fred amca ve İnci teyze’ olmuşlardı. Onların rızası dahilinde, sonraki yirmi sene içinde hem yazışmalarımız hem yüzyüze konuşmalarımız bu hitaplarla gerçekleşti. Kanada’da yaşadıkları şehir olan Montreal, dünyaca ünlü üniversitelerden McGill’in de şehriydi ve zaman içinde Türkiye’den gelen birçok akademisyenle de dostlukları gelişmişti. İlerleyen zaman içinde onlardan biri vesilesiyle kış aylarını Kanada soğuğunda değil Antalya sıcağında geçirmeyi tercih ettikleri için, Kanada’dan geliş veya Kanada’ya dönüşleri esnasında İstanbul’da kaldıkları zamanlarda bir şekilde ailece görüşme imkânını hep bulduk.
Fred abi, Kanada pasaportu taşımakla birlikte, aslında güney Kaliforniyalı idi. Çocukluk ve gençlik günlerini Los Angeles’ta, Hollywood’a yakın bir muhit olan Pasadena’da geçirmiş, üniversite eğitimine ise yine Kaliforniya’da, Stanford’da başlamıştı. Ancak başlayan Vietnam savaşı onun ve ailesinin hayatını geri dönüşsüz biçimde değiştirecekti. Onun tercihi, Amerikan savaş makinesinin bir parçası olmamak için, bir kitapçının raflarında bulup çok etkilendiği Nikos Kazancakis’in The Greek Passion (sonraki bazı İngilizce baskıları ile Türkçe’de bilinen ismiyle: Yeniden Çarmıha Gerilen İsa) kitabının izinde kendisini Yunanistan’a sürgün etmekti. Ama kardeşi James ailenin hatırını kıramayıp gönüllü olarak Vietnam savaşına asker yazılmıştı.
Fred A. Reed’in sonraki birkaç yılı Yunanistan’da geçen hayatı, orada iken baba tarafından Avusturya, anne tarafından İskandinav asıllı, bir arkadaşıyla dünya turuna çıkmış Kanadalı cesur bir genç kız olan Ingeborg’la—yani bizim çocukların İnci teyzesiyle—tanışmasının ardından yepyeni bir istikamete yönelecekti. Mektuplaşmalarla devam eden bir dönemin ardından evlenip beraberce Kanada’da yaşamaya başlamışlardı. Amerikan hükûmeti onun Kanada’daki varlığından haberdar olmuştu, ama iyi bir hukukçunun tavsiyelerine uyması Fred A. Reed’i aldanıp savaşa katılmaktan onu bir kere daha korumuştu. Vietnam savaşının son bulup ardısıra seçilen Demokrat başkan Jimmy Carter’ın savaşla ilgili ‘af’ ilan etmesiyle, ABD ona bir dönüş imkânı vermiş sayılırdı. Ama Fred abi yeniden ABD vatandaşlığı almamıştı; çünkü suç işleyenin, onun gibi savaşa katılmamak için ülkeyi terkedenler değil, bir savaş makinesine dönüşen Amerikan hükûmetinin kendisi olduğunu düşünüyordu. Suçlunun af yetkisi olabilir miydi? Ama annesiyle babası o henüz Yunanistan’da iken geri dönüp savaşa katılmaya ikna etmek üzere Yunanistan’a gelmiş, lâkin elleri boş dönmüşlerdi. Annesini en son o zaman görmüştü. Çünkü ABD’ye girmesinin mümkün olmadığı yıllarda, 1967’de annesi ölmüştü. Ama babası ve kardeşiyle görüşmeyi sürdürmüş; kardeşiyle sürekli mektuplaştıkları gibi, daha sonraları her iki ülkede yüzyüze görüşme imkânı da bulmuşlardı.
Görünürde aile olarak hayatları, savaş sonrası şartlarda yeniden bir istikrara kavuşmuş gibi gözükürken, Reed ailesi gerçeğin bu olmadığını sert bir şekilde gösteren acı bir olay yaşayacaktı: Fred abinin katılmamak uğruna ülkesini terk ettiği Vietnam savaşında bir gönüllü asker olarak ölü ve yaralıların tespiti için fotoğraf çekmekle görevlendirilen kardeşi James, gördüklerinin ruhunda yol açtığı yıkımı asla atlatamadığı için cephe dönüşü bir türlü kıvam bulamayan hayatını yeniden düzene koymak umuduyla gittiği Yeni Zelanda’da 1980 yılında tam da doğum gününde canına kıymıştı. Dağılmış ve iki ferdi ölmüş aileden yadigâr olarak artık sadece babası vardı. Kanada’ya, kendi yanlarına almak istediği babası artık yaşama sevincini kaybetmiş haldeydi ve küçük oğlunun ölümünden sonra yorgun ruhu daha fazla dayanamadığı için 1985’te vefat etmişti.
Doğup büyüdüğü ailenin Vietnam savaşının merkezinde olduğu bir sebepler zinciri içerisinde eriyip dağıldığı şartlarda neo-Marksizmin revize edilmiş umutlarıyla yol almaya çalışan Fred A. Reed’in hayatı ise, giderek bambaşka bir istikamete doğru akmaktaydı. Hakları konusunda mücadele için kendi çocuğunun doğumuna yetişmekten bile feragat ettiği işçi sınıfının aslında onun gibilerin derdini ve çabasını çok da umursamadığını tecrübe ettiği sendikacılık yıllarından sonra, önüne yeni bir kapı açılmıştı. İran devriminin vuku bulduğu şartlarda, önde gelen Kanada gazetelerinden The Presse’in Orta Doğu muhabiri olarak sık aralıklarla İran’da bulunması gerekiyordu. Bu seyahatler ona Müslüman dünyayla birebir temas imkânını da sağlamıştı. 80’lerle başlayan bu yeni dönem, onun artık bir dizi entelektüel verimi de ortaya koyduğu zamanlardı. Gazete haberlerinin yanında, İran üzerine ortak çalışma niteliğinde iki belgesel, yanı sıra iki kitap, Yunanistan üzerine bir kitap ve edebî mütercim olarak Yunanca ve Fransızca’dan İngilizce’ye kendisine üç defa Büyük Ödül kazandıran çeviriler…
1990’ların sonuna doğru kitap çalışmalarına Türkiye’yi de dahil etmeyi düşündüğü sıralarda, Batı Trakya’da karşılaştığı bir gazeteci ona Türkiye’den bir isim önerir. Bu isim, Zaman gazetesinin o günkü üst düzey yöneticilerinden biridir ve bu kişi de onu aynı yapının ‘diplomatik yüzü’ niteliğindeki Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’na yönlendirir. Anadolu Kavşağı isimli kitabından anladığımız üzere, hem bu vakfın başındaki Harun Tokak’a, hem hareketin lideri Fethullah Gülen’e söyleşileri esnasında yönelttiği sorular, onları futbol deyimiyle ‘kontrpiyede bırakmış’ olsa gerektir. 28 Şubat’ın gölgesinde yaşanan günlerdir. Fethullahçılığın tipik hesapçı refleksleriyle, hele ki o şartlarda Kanada’dan gelmiş bir gazeteciye ne söylenir, nasıl cevaplar verilebilir? Harun Tokak’ın cevapları Batılı değerler, insan hakları, demokrasi, çoğulculuk, çok kültürlülük çağrışımları........
© Serbestiyet
visit website