menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Bir ölümün ardından( II): Hızır’ı beklerken

32 3
27.10.2024

Fetullahçılığın içine kapanıklıktan dışa açıklığa geçiş yaptığı, dönüştüğü ve hızla büyüdüğü 80’li yıllar, öte yandan, Risale-i Nur camiası içinde büyük bölünmelerin yaşandığı yıllardı. Koskoca bir yapının görünüşte anayasa oylamasında evet mi hayır mı denileceği üzerinden vuku bulan bir ayrışma ile 1982’de nasıl çat diye ortadan ikiye bölündüğüne gözlerimle şahit olmuştum. Henüz onsekizinde bir genç olarak ben de darbe anayasasına hayır diyenlerin tarafındaydım, ama iki ayrılan yapının bu tarafında bir de 1988’de başlayıp 1990’da neticelenen bir diğer bölünme süreci vuku bulacaktı.

Nur talebelerinin büyük çoğunluğu böylesi hadiseleri ‘dış unsurlar,’ özellikle ‘istihbarat parmağı’ üzerinden açıklamaya meyillidirler. Olup bitende bu unsurların ve parmakların rolü var mı gibi bir soruya evet de, hayır da diyemem. Ama içinde siyaset bilimi, sosyoloji, sosyal psikoloji gibi birçok dersin de olduğu bir eğitim aldığım için, şahsen ‘iç unsurlar’ ve ‘içerideki problem ve zaaflar’ üzerine kafa yormaya daha meyilli idim ve olup bitene dair analizlerim, zaman içinde Bediüzzaman’dan miras kalan esnek, gevşek, geçişli toplumsallığın yerini alan daha katı, hiyerarşik ve çok sesliliği tehdit olarak algılayan bir cemaatleşmenin bu bölünmelerde etkili olduğunu düşündürüyordu. Neticede, 1989 yılı sonunda, kendimi mensubu hissettiğim Risale-i Nur topluluğu içinde iktidar mücadelesi veren iki grupla da arama bir mesafe koydum o tarihten sonra kendimi Risale-i Nur camiası içinde ama bu camia dahilindeki hiçbir gruba aidiyeti olmayan bir fert olarak konumlandırdığım yeni bir yolculuğa adımımı attım. Bu tercihime cevaben “Sürüden ayrılanı kurt kapar” söylemini az duymadım değil; benim buna mukabelem ise “O, sürülerin sorunu!” demek oldu.

O şekilde bir söyleme bu şekilde bir cevap vermeye herhalde hakkım vardı. Ama öte yandan “Ayrılıklar, ahlâkımızın sınanma anlarıdır” cümlesinin sahibi bir insan olarak, böylesi ayrışmalarda o yaşıma kadar gördüğüm ama doğru bulmadığım bir tutumdan uzak durmaya bilhassa çalıştım. Şiarım, “Ya o ya bu” uçlarında dolaşmak değil, “hem o hem bu” denklemiyle hareket etmekti. Kalemiyle yaşamak isteyen biri olarak kendi düşüncemi denetime maruz kalmadan dile getireceğim özgür bir iklime sahip olmak benim öncelikli derdim olacaktı. Ama bunu yaparken ‘teşeffi-i gayz’la hareket etmeyecek; yani, eleştiri hakkını saklı tutmakla beraber, dün birlikte yol aldığım insanları bugün düşmanım olarak görme gibi bir tepkiselliğe savrulmadan yürüyecektim.

90’lı yılları bu şekilde daha ziyade yazı çalışmalarına odaklanmış halde yaşadım. Artık herhangi bir gruba aidiyetim olmamakla birlikte, yazdıklarım hemen her gruptan birçok insan için dikkate değer görüldüğünden bütün gruplardan birebir temas halinde olduğum pek çok dostum, arkadaşım oldu. Risale-i Nur camiası içindeki bir grubun gazetesinde ve bir başka grubun dergisinde aynı anda yazabiliyor; editör olarak Risale-i Nur camiası dışından bir yayınevinde görev yapıyor ve bağımsız bir mecrada kitaplarımı yayınlıyordum. Müzakereci bir dil ve yaklaşım, aradığım asıl zemindi. Kimliğini ve kişiliğini koruyarak temas kurabildiği her kesimle konuşabilmek gerektiğini düşünüyordum. Çok şükür, aradığımı bulmuştum da. Bilhassa kitaplarım vesilesiyle, ağırlığı yine Risale-i Nur’un farklı gruplarından oluşmak üzere, çok geniş bir çevrem vardı artık.

Aynı zaman dilimi, Fetullahçılığın sergilediği müthiş büyüme karşısında bütünüyle dinî grupların, bu arada Risale-i Nur gruplarının da büyük kısmının bu büyümeyi referans noktası olarak alıp kendilerini buna göre modelledikleri bir zamandı. Dolayısıyla, bu gruba daha eleştirel yaklaşan biri olarak yazdıklarıma, her gruptan katılan olduğu kadar yine her gruptan asla katılmayan ve sert bir üslupla itiraz eden insanlar da vardı. En ilginci, Fetullahçılar olarak tanımlanan yapı içinde olup kendi yaşadıkları dönüşümle ilgili soru işaretleri taşıyan bazı insanların dahi benim eleştirilerimde kendi içlerindeki düşünce veya hislerin bir ifadesini bulmalarıydı. Sahip olduğum duruşun o yapı içindeki bazı kişiler nezdinde de bir karşılığı vardı ve onlardan bir kısmıyla yakın bir dostluğumuz oluşmuştu.

İşte o şartların içerisinde Sızıntı dergisinde okuduğum o yazı beni dehşete düşürmüştü. Çünkü o yazı, amaca giden yolda herşeyi mübah görmenin taşlarını döşemekteydi. O denkleme oturttuktan sonra, herşeye kılıf bulurdunuz.

Bu yazının kodlarını anlamak için, önce Kur’ân’daki ilgili kıssayı hatırlamak gerekiyor. Kehf sûresinde, ‘iki denizin buluştuğu yer’de yanındaki genç ile Hz. Musa’nın kendisiyle buluşup bir yolculuğa çıktığı ve Hz. Musa’nın sahip olmadığı bir ilme sahip bir kişinin haberi verilir. Kur’ân’da bu zâtın ismi verilmez; ama bazı hadislerde bu kişi Hızır olarak tesmiye olunmaktadır ve rivayete göre ona ‘yeşil’ anlamına gelen bu ismin verilmesinin sebebi ayak bastığı her yerin yeşillenmesidir. Hızır ile Musa, buluştukları noktadan sonra, Hz. Musa’nın ‘ne görürse görsün itiraz edip soru sormaması şartıyla’ bir yolculuğa çıkarlar. Ama ardı ardına yaşanan üç olayda da Hz. Musa soru sorup itiraz etmekten geri duramaz. Böylece, Hızır’ın üç olayın her birinde neden öyle davrandığını izah etmesinin ardından yolları ayrılır. Ki bu üç olaydan birinde, Hızır henüz ergenlik çağına ermemiş, âyette kullanılan kelimenin izini sürersek muhtemelen sekiz-on yaşlarında bir erkek çocuğu öldürmüş; itiraz eden Hz. Musa’ya da anne-babası mü’min insanlar olan bu çocuk büyüdüğünde asi olup o iyi insanlara çok kötü şeyler yaşatacağı için böyle yaptığını söylemiştir. Diğer iki olayın da görünmeyen yüzü görünen yüzden çok farklı çıkmaktadır.

Hızır ile Musa kıssası üzerinden yapısını ören yazı, sonrasında Bediüzzaman’ın 1909-1910........

© Serbestiyet


Get it on Google Play