Türkiyede kadın olmak: Toplumun aynasında bir mücadele
Dünyanın birçok yerinde olduğu gibi, Türk toplumunda da tarih boyunca kadınlar cinsiyet ayrımcılığı ve şiddetin binbir türüne maruz kalmıştır. Kadının ikinci sınıf vatandaş olarak görüldüğü, toplumsal hayatın birçok alanında geri plana itildiği karanlık zamanlar, karanlık coğrafyalar… On yıllardır bu anlayışın değişimi için mücadeleler veriliyor, ancak hala kat edilmesi gereken çok yol var. Zira istatistikler ortada:
Son on beş yılda acil yardım hattına gelen 30 bin civarındaki aramada ortaya çıkan şiddet mağdurlarının yüzde 80'i kadın. Her 10 aramadan birinde ise hem kadına hem de çocuğa yönelik şiddet vakaları raporlanmış. 2012 sonrasında çocukların şiddete maruz kalma oranı yüzde 7'den yüzde 17'ye yükselmiş, hatta pandemi ile birlikte bu oran yüzde 18'e ulaşmış. Gelen aramaların yüzde 90'ında şiddet uygulayanlar erkekler olup, fiziksel, duygusal, sosyal, ekonomik ve cinsel şiddet en yaygın şiddet türleri arasında yer almış. Şiddet vakalarının yüzde 8’i cinsel şiddet, cinsel şiddet vakalarının yüzde 73'ü kadınlara, yüzde 11'i kadınlar ve çocuklara, yüzde 10'u ise kız çocuklarına yönelik olarak kaydedilmiş.
Türkiye, OECD ve Avrupa ülkeleri arasında kadına yönelik fiziksel veya cinsel şiddet oranında yüzde 38 ile en yüksek orana sahip ülke. Neredeyse her 10 kadından 4'ü hayatında erkek şiddetine maruz kalıyor.
Ayrıca, Türkiye’de cinsel istismara maruz kalan çocuk sayısı 8 yılda yüzde 287 artmış; 2014'te 11 bin 95 olan sayı 2022'de 31 bin 890'a yükselmiş. 2023 yılında çocukların cinsel istismarıyla ilgili 40.713 yeni dosya açılmış ve bu dosyalarda 36.275 şüpheli yer almıştır.
Bu yükselişin nedenleri arasında, toplumsal yapıdaki dönüşümler ve sosyokültürel etkenler de yer alıyor. Son 22 yıllık süreçte kız çocuklarının eğitimde erkek çocuklardan izole edilmesi, toplumsal hayatta birbirlerinden uzak tutulması gibi politikaların, cinsel suçların artışına katkıda bulunduğuna yönelik yaygın ve haklı bir kanı var. Zira bu tür ayrımlar, kız ve erkek çocuklarının birbirini normal ilişkiler çerçevesinde değil, cinsel objeler olarak görmelerine zemin hazırlar. Kız çocuklarının erkek çocuklardan ayrı eğitim alması, aralarındaki doğal sosyal etkileşimi kısıtlayarak, erkeğin kadın üzerindeki kontrol arzusunu ve kadını cinsel bir obje olarak görme eğilimini güçlendirebilir. Bu durum, sosyolojik açıdan cinsiyet rollerinin pekişmesine ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin derinleşmesine yol açar, bu da şiddet döngüsünü besler.
Atatürk’ün kadına verdiği önem, Türk toplumunun ilerlemesi için bir mihenk taşıydı. “Bir toplum cinslerden yalnız birinin yüzyılımızın gerektirdiklerini elde etmesiyle yetinirse, o toplum yarı yarıya zayıflamış olur. Bizim toplumumuzun uğradığı başarısızlıkların sebebi kadınlarımıza karşı ihmal ve kusurun sonucudur,” derken, kadının sadece bir birey olarak değil, toplumun gelişiminin ve modernleşmesinin temel taşı olarak görülmesi gerektiğini vurgulamıştı. Atatürk'e göre, kadınların toplumun her alanında aktif rol alması, bir tercih değil; aksine, toplumun tam anlamıyla güçlü ve sağlıklı olabilmesi için kaçınılmaz bir zorunluluktu. Gerçekten de, 1930’larda kadına tanınan siyasal haklar, kadınların toplumsal hayatta söz sahibi olmalarının kapısını açmıştır.
Miras hukukundan yararlanamayan kadınlardan bu yana çok şey değişti elbette… Bugün kadınlar kağıt üzerinde birçok hakka sahip olabilirler ancak asıl sorun toplumsal algının bu hakları ne kadar içselleştirdiğidir. Yani, kadının iş, aile ya da sosyal yaşamda erkeklerle eşit haklara sahip olduğuna dair yasalar olsa da, zihinlerde hala kadınlar çoğu zaman ikinci planda. Bu da psikolojik bir meseleye işaret ediyor: Toplumun algısal düzeydeki erkek egemen bakış açısı.
Burada önemli bir ayrımı da yapmak gerekiyor elbette. Kentli, eğitimli ve meslek sahibi kadınlarla kırsalda yaşayan kadınlar arasında büyük farklar olabileceği gibi, kırsalda yaşayan kadınlar arasında da önemli farklılıklar bulunabilir. Kırsal kesimde yaşayan kadınlar büyük ölçüde toplumsal baskıların ve geleneksel rollerin esiri olmakla birlikte istisnalar da yok değildir. Eğitimli ya da eğitimli olmasa dahi daha özgür bir hayat süren, yerel kültür ve normlarla daha özgür biçimde baş edebilen, kendi yaşam alanlarında daha aktif roller üstlenebilen kadınlar da vardır.
Benzar şekilde kentlerde kadınların konumu da homojen değil. “Kentli-aydın” ortamlarda bile kadının ikinci planda tutuluşuna sıklıkla şahitlik edebiliyoruz. Örneğin kadınların yöneticilik pozisyonlarına yükseldiği işlerde dahi, çoğu zaman alttan alta devam eden bir cinsiyet ayrımcılığı seziliyor. Kadın, iş hayatında başarı elde ettiğinde bile, “işinde başarılı kadın!” söylemiyle küçümseniyor. Kadının siyasette veya yönetici pozisyonda yer alması, genellikle hala olağanüstü ve istisnai bir başarı olarak görülüyor. Kadınların hakları kağıt üzerinde eşit görünse de, toplumsal algıda bu eşitliği yakalamak kolay olmuyor.
Örneğin kadınlara yönelik siyasi kotalar ve pozitif ayrımcılık politikaları… Bunlar, kadınların siyasette yer almasını teşvik etmek için atılan önemli adımlar gibi görünse de, kadının potansiyelini vurgulamak yerine, onların "koruma" altına alınması gereken varlıklar olduğu algısını güçlendiriyor. Bu da kadını siyasette “eşit bir birey” olmaktan çok, bir “özel kategori” olarak konumlandırıyor. Dolayısıyla kadına yönelik bu tür ayrıcalıklar, sorunun kökenine inmek yerine, sadece yüzeysel çözümler sunabiliyor. Kadınların siyasete katılımının artırılmasında asıl hedef, nitelikli, bilgili ve birikimli kadınların doğal bir süreçle bu alanlara çekilmesi olmalıdır, zorunlu kotalarla değil. Avrupa’daki modern örneklerde olduğu gibi, kota yerine gerçek fırsat eşitliğine dayalı yaklaşımlar benimsenmelidir.
Uzak kırsalda durum genellikle vahim. Bilhassa Doğu’nun gözden uzak köylerinde, kadınlar toplumun en alt basamaklarında konumlandırılmış durumda ve çoğu zaman eğitim imkanlarından mahrum bırakılıyor. Bu bölgelerde kadınlar sadece fiziksel şiddetle değil, aynı zamanda toplumsal baskılar ve geleneksel rollerle de mücadele etmek zorunda kalıyor. Karar mekanizmalarına dahil edilmedikleri gibi, toplumsal normlara boyun eğmek zorunda bırakılıyorlar ve çoğu zaman “uyum” sağlamak tek seçenek olarak görülüyor. Özellikle Güneydoğu Anadolu’da aşiret düzeninin baskıcı ve tutucu yapısı, kadınların hayatlarını daha da zorlaştırıyor. Erken yaşta evlilikler, “duvakla girip kefenle çıkma” veya “ya benimsin, ya kara toprağın” anlayışı, hatta töre cinayetleri bu bölgelerde kadınların yaşamını adeta zindana çeviriyor. Sözde gelenek görenekler ve aşiret düzeni, kadınları toplumsal hayattan tamamen uzaklaştırarak, şiddetin sıradanlaştığı bir düzeni besliyor.
Görünmeyen Zincirler
Kadına yönelik ayrımcılık, toplumsal bilinçaltına yerleşmiş cinsiyetçi algılarda süregidiyor. Toplumda kadının yerinin erkekten "aşağıda" olduğu düşüncesi, bireylerin zihninde kökleşmiş durumda. Erkek çocukları güç ve iktidar figürleri olarak yetiştirilirken, kız........
© Muhalif
visit website