menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

DEMOKRASİ VE İTAAT

4 0
yesterday

Batının geçmişine baktığımızda sicili pekte parlak gözükmüyor, onların hak ve hukuk düzeninden anladığı sömürgeleştirmeye dayalı kuvvettir. Öteden beri kuvveti vahşet üzerine kuruludur. O kadar vahşileşmekte ileri gittiler ki, insanları acımasızca gladyatör oyunlarıyla aslanlara parçalatmaktan yüksünmemişlerdir. Kelimenin tam anlamıyla batı kendi dindaş ve soydaşlarına adalet ve hürriyeti bile çok görmüştür. Bu yüzden Roger Graudy; “Batının getirdiği hal çareleri iflas etmiştir” demenin yanı sıra “İslâm haksızın kolunu indirecek tek kuvvettir” demekten de kendini alamamıştır. Gerçekten de tarih bu gerçeği doğruluyor da. Nitekim bizim kuvvetimiz; İlay’ı kelimetullah için Nizam-ı âlem üzerine kurulu hak hukuk kuvvetidir.

Malumunuz demokrasi kavramının yüzlerce tarifi ve bir o kadar da değişik uygulamaları vardır. Bu gerçeğe rağmen kendi kültür kodlarımızda var olan demokrasi anlayışını görmemezlikten gelinip habere kökü dışarıda yabancı ideolojilere tav olunuyor habire. Her nedense bazı çevreler, demokratik haklar, sosyal demokrat ve demokratik katılım gibi kavramları bol keseden dillerine dolarlar dolamalarına ama iş ciddiyet kazandığında bir anda U dönüşü yapıp antidemokratik tutum sergilemekteler. Bakmayın siz öyle onların çağdaşlıktan dem vurmalarına, aslında onlar oldubitti demokrasi kavramından ürken trollerdir, daha çok derin güçlere sırtını dayayan güruhlardır. Kaldı ki onların nezdinde halk sadece seçimden seçime hatırlanan yığınlar olarak görülür hep.

Dikkat edin, İngiltere, Hollanda, Danimarka ve İsveç’te Taçlı Demokrasinin varlığı söz konusu iken Almanya, Fransa ve İtalya’da ise Taçsız Demokrasinin varlığı söz konusudur. Madem öyle, Türkiye'de de kendi öz köklerimizle barışık demokratik yönetim biçimi pekâlâ oluşturabiliriz, neden olmasın ki? Her ne kadar bir takım çevreler yeri geldiğinde hukukun üstünlüğünden dem vurup, ama asıl niyetlerinin hukukun üstünlüğü değil üstünlerin hukukunu inşa etmek olsa da, yine de biz kendi öz köklerimizle barışık demokratik sistemin inşası için çaba sarf etmemiz gerekir. Aksi halde o malum çevreler daha çok bu işin edebiyatını yapmaya devam edeceklerdir. Nitekim şimdiye kadar hep bu işin laf ebeliğini yaparak asıl niyetlerini gizlemeye çalışmışlardır. Şayet samimi olsalardı 100 seneyi aşkındır anayasa meselesiyle bu denli meşgul olmazdık. Baksanıza darbe anayasasına son vermek için halen havanda su dövüp bir türlü kendi ‘Sivil Demokratik Anayasamızı’ oluşturamadık. Yeni Türkiye Yüzyılına girdik hala halkın değerleriyle barışık olmayan üzerinde birkaç kez rötuş yapılmış yamalı bohça 12 Eylül Anayasasıyla işi kotarmaya çalışmaktayız. Elbette ki bu bir utanç tablosudur. Bakalım darbe anayasasıyla daha nereye kadar gidebileceğiz, doğrusu bizimde merakımıza mucip bir konudur bu.

Bilindiği üzere 1924 Anayasası bütün kuvvetleri TBMM’de toplamıştı. Tabiî ki 1924 Anayasası’nı hazırlayanlar ilk başta ‘kuvvetlerin birleştirilmesi’ prensibini esas almıştılar, böyle yapmaya da mecburdular. Çünkü ortada İstiklâl Savaşı şartlarının önümüze koyduğu tablo vardı. 1961 Anayasasında ise ‘kuvvetler ayrılığı’ prensibi hâkim olmuştur. Yani, yasama, yürütme ve yargı bağımsızlığı esas alınmıştır. Keza 12 Eylül Anayasası da bu ölçüyü rehber almıştır. Türkiye'de son zamanlarda 28 Şubat post modern darbeden palazlanmış bir takım mahfiller avaz avaz yargı siyasallaşmış deseler de, gerçek hiçte öğle değil. Gerçek olan; yargının eskisi kadar siyasete müdahale edemeyişinin getirdiği bir telaşla yapılan propaganda türünden bir sesleniştir bu. Kaldı ki yargının gerçek anlamda bağımsızlığından söz edebilmek için evvela yargı erkinin tarafsız olması gerekir. Bu da yetmez halkın hür iradesiyle işbaşına gelmiş iktidarlara aba altından sopa gösterme hevesini tekrarlanmaması gerekir. Dahası herkes haddini hududunu bilmeli ki, yeniden kuvvetler ayrılığı prensibine aykırı askeri kışladan brifing alan yargı tablosu ortaya çıkmasın. Malum, kuvvetler ayrılığı prensibinin gereği; Anayasa Mahkemesi, Yüksek Seçim Kurulu, Devlet Başkanı, Yargı ve Hükumet demokrasinin şekli müesseseleri olarak dizayn edilirken diğer ayağını da halk oluşturur. Ancak halkın sesini duyurabilmesi için her şeyden önce sivil toplum modeli çerçevesinde örgütlenmesi icab etmektedir. İşte idare edenler böylesi demokratik örgütlenme karşısında ister istemez kendilerine çeki düzen verip adil olmak zorunda kalacaktır. Zaten böylesi idareye kavuşan halkta adalet karşısında itaatkâr olacaktır. Bu demek oluyor ki; demokrasi dış yönüyle şekillenmesi yetmez, muhteva (öz) olarak da anlam kazanması gerekir. İç güzel olunca elbette ki dışta güzel olacaktır.

Anlaşılan o ki; zamana ve şartlara göre değim yerindeyse ‘kuvvetler ayrılığı’ prensibi otoritenin kötüye kullanılmasının önüne geçmeye yönelik için iyi bir emniyet supabı olabilirken, ‘kuvvetlerin birleştirilmesi’ prensibi de hürriyet ve hakların istismar edilmesini önlemeye yönelik iyi bir emniyet supabı olabiliyor. Nitekim meşrutiyet fikri kuvvetler ayrılığı prensibine dayanaraktan ortaya çıkmıştır. Hatta Tanzimat fermanının kaynağında da bu fikir yatar. Kelimenin tam anlamıyla kuvvetler ayrılığı prensibi otorite buhranının yaşandığı dönemlerinde başvurulmuş bir uygulamadır.

Bilindiği üzere Montesquieu’nin dile getirdiği kuvvetler ayrılığı prensibi siyaset dünyasında çok büyük yankı bulmuş bir ilkedir. Ancak bu ilke XVII. asırda monarşi otoritesini yıkmak için ortaya atılmıştı. O sıralar demokrasi hak getire, daha çok Hitler öncülüğünde tek önder, tek lider, tek rehber anlamında Führerci anlayış hâkimdi. Neyse ki Avrupa’yı kasıp kavuran uzun süren çalkantıların akabinde Führerci oluşumlara engel........

© Enpolitik


Get it on Google Play