Kobani kararı: Hem hukuki hem siyasi...
Kimlik temelli Kürt siyaset hattı, yaygın bilinen ismiyle Kobani olayları ilgili davada ilk derece mahkemesi tarafından verilen hükümle ağır bir darbe daha aldı.
Bu, İmralı'da varılan mutabakatla başlayan, Kandilin oluru ile Oslo'da batının himayesinde kurulup adına da çözüm süreci denilen 'demokratikleşme' perspektifli masanın, Dolmabahçe'de tekmelenerek devrilmesinin siyasi ve hukuki sonuçlarının yeni bir aşaması olarak olarak değerlendirilebilir.
İlk derece mahkemesinin, bu hattın (kimlik temelli siyasetin) Selahattin Demirtaş, Figen Yüksekdağ ve Ahmet Türk başta olmak üzere birçok tanınan önemli ismine ağır hapis cezaları açıklamasıyla, davanın ve kararın hukuki mi siyasi mi olduğu üzerinden patlayan kakofoni, her zamanki gibi bizi meselenin odağından uzak tutuyor. Bu açıdan, galibinin kimin sesinin daha çok çıktığına bağlı olarak belirlendiği tartışmalara kulak kabartmak yerine politik bir bütünlük içinde aslında ne olduğunun peşine düşülmesinin daha yararlı olacağını düşünüyorum.
Bu noktaya gelirken geçilen aşamaları göz önünde bulundurduğumuzda, mahkeme kararının hukuki mi siyasi mi olduğu üzerinden karşı karşıya gelen her iki tarafın argümanlarının da haklı olduğunu düşünüyorum. Zaten siyasi mi hukuki mi tartışmalarının bir türlü bir yere varamamasının sebebi de bu: Yani dava siyasi, ama aynı zamanda da hukuki...
Erdoğan, iktidarının özellikle ikinci on yılından itibaren yargı üzerindeki eski tahakkümü kırmayı başararak kendi düzenini kurdu. Dolayısıyla iktidarında, hangi kararın çıkması isteniyorsa iddianameler o doğrultuda hazırlanıyor, kararlar buna göre veriliyor. Bunun özellikle Cumhurbaşkanlığı sistemine geçilmesiyle daha da alenileştiği de çok açık. Anayasa Mahkemesi ve AHİM kararlarının uygulanmaması, Rahip Bronson ya da Türk asıllı Alman gazeteci Deniz Yücel olaylarına ilişkin mahkeme kararları hep bu durumun örnekleri. Ancak bu durum kararların hukuka uygunluğunu değiştirmediği gibi, hukukun temel niteliğiyle de ters düşmüyor. Yani tüm bunları kabul eder ve açıkça söylerken çoğu zaman atlanan konu, hukukun, düzenin devamlılığının aracısı devletin meşruiyetini sağlayan bir aparat olduğu gerçeğine ters değil. Bunun Erdoğan öncesinde de böyle olduğu ve üstelik sadece ülkemize özgü bir gerçek de değil...
Krallıklar ya da Feodalite döneminde egemenlik tek bir merkezde toplandığı için bu işler biraz daha kolay hallediliyordu. Fransız Kralı 14. Louis'in "Devlet benim." ya da "Ben devletim." sözüyle meşhurca atıf yaptığı üzere devlet de hukuk da tek bir egemenin çıkarı doğrultusunda hareket ediyordu. Ancak egemenliğin halka 'devredilmesinin' ardından güç sahiplerinin çıkarlarını korumak için daha yaratıcı yöntemlere başvurması gerekti... Hukukun tam da 'iş görecek' şekilde, yani güç sahiplerinin, hadi daha açık söyleyelim sermaye sahiplerinin çıkarlarını koruyacak şekilde dizayn edilip, bu kuralları uygulamak amacıyla bağımsız yargı organları, bağımsız kurum ve kuruluşlar oluşturularak 'egemen' halkın bu işlere el atmasının, yani bu tekere çomak sokmasının önüne geçilmiş oldu. İşte buna son yıllardaki moda deyimiyle "Kurala dayalı düzen"........
© Bizim TV
visit website