Açık büfe hayatlar ülkesi: Türkiye
Yıllar, hem de çok uzun yıllar önceydi. Ankara Sanat Tiyatrosu’da aylarca oynayan “Nereye Payidar Nereye?” adlı bir oyun vardı. Biz de hemen karşı sokaktaki Ankara Halk Tiyatrosunda, Erkan Yücel önderliğinde “Müfettişler Müfettişi” oyunumuzla varlık sürdürmekteydik. Bugün, bu yazıyı yazmak için masaya oturduğumda, aklıma geliverdi rahmetli Timur Selçuk’un şarkısı “Nereye Payidar Nereye”. Evet, bugünkü halimiz aynen öyle işte. “Nereye ey millet nereye”, diye değiştirebiliriz bu oyunun adını. Çünkü ne de olsa, hepimiz birer Payidar haline geldik son 40 senedir. Zaten yarımşar Payidar’lardık, ondan öncesinde de.
Yolumuz nereye ve nasıl gitmekteyiz, ya da gidememekteyiz bugün? Dünya ülkelerindeki hemen tüm halkların kafalarının, çeşitli miktarlarda karışık olduğu hepimizin malumu. Ama büyütecimizi Türkiye’nin üzerine getirdiğimiz zaman, bu kafa karışıklığının bizde oldukça dramatik miktarlarda olduğunu rahatlıkla görmek mümkün. Yani “at izinin, it izine karıştığı”, ya da “seç beğen al” türünden pazar yeri çığırtkanlarının kafası ile siyaset yapanlarla doldu ortalık!
Yıllarca turizm sektöründe, tur operatörü ve rehber olarak çalıştık. Özellikle de Kapadokya’daki “açık büfe kafeteryalarının” sahipleri ile yakın arkadaşlığımız da oldu. Bu lokantacıların en sevemedikleri müşteriler, Türk ve Hintli gruplar olurdu hep. Çünkü yaklaşık 50-60 çeşit sunulan yemeklerden, herkes gönlüne göre ve hemen her zaman da, gereğinden çok fazla alıp, 3 kişilik yemeği 1 kişi tüketecek gibi davranırlardı. Elbette, sonuçta da alınan yemeğin iki kişiliği, artık olarak çöpe giderdi. Hala da öyledir eminim.
Şimdi bu “açık büfe kafeterya” modelini, memleketimizin siyasi ve sosyal sistemine uyarlayıp, ne demek istediğimizi daha açık anlatmaya çalışalım.
Cumhuriyet devrimleri sayesinde, ülkemiz hemen her çeşit düşünce akımının, inanç sisteminin, ruhani veya dünyevi her türlü fikri olasılığın birarada yaşadığı bir kültür oluşturdu. Arada bir baskıya uğrasalar bile, komünistinden, selefi islamcılığa, ırkçı bölücülükten Türkiye milliciliğine kadar, adeta “Grinin 50 Tonu” filminin seti haline geldik. Ağzı olanın konuştuğu, herkesin her şey konusunda “uzman” olduğu, normal olarak birarada bulunması mümkün olmayan fikirlerin, acayip şekillerde birbirinin içinde eritildiği bir düşünce hayatımız oluştu. Örnekler vererek, ne demek istediğimizi anlatalım:
Kendilerine “solcu” diyenlerden başlayalım ilk olarak: Özellikle de sosyalistlik ve Marksistlik iddiasında bulunan çevreler, dünyanın hiçbir yerinde Türkiye’de olduğu kadar bir “özgürlük içinde fikri sentezler” yapma yeteneğine ve imkanına sahip değildir. Yani, siyasetin bir yorum işi olduğunu biliriz ama, bu yorumlamanın da bir sınırı olması gerektiğinin farkında olmak da gerek. Bu çevreler, her 6 Mayıs’ta Deniz Gezmiş’i anarlar, Mahir........
© Aydınlık
visit website