Dünya Bankası ile yapılan kredi anlaşmasının ekonomi politiği ve jeopolitiği
Prof. Dr. Mustafa Durmuş – Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, Dünya Bankası (WB) ile Türkiye arasında 2024-2028 yılları arasını kapsayan bir dönem için geçerli olmak üzere, 18 milyar dolarlık ek finansman anlaşması imzalandığını duyurdu. Bu anlaşma ile birlikte Dünya Bankası’nın Türkiye’ye sağlayacağı toplam kredi miktarı 35 milyar dolara yükselmiş oldu. (1) Bakan ayrıca bu hafta içinde ABD’de Uluslararası Para Fonu (IMF) yetkililerine Türkiye’de uygulanan ekonomi politikaları ile ilgili bir de sunum yapacak.
Yeniden Bretton Woods İkizlerinin kapısına mı gidiyoruz?
Bu noktada, öncelikle, sözde “IMF’ye borç veren ülke” konumundan, nasıl oldu da hem Uluslararası Para Fonu’ndan hem de Dünya Bankası’ndan (Bretton Woods İkizleri) yeni kredi alabilmek için çabalayan bir ülke olduk” sorusunun yanıtlanması gerekiyor.
Ayrıca, ana akım iktisat ideolojisinden kopamayan bazı yerli ekonomistler, yeterli olmasa da uzun vadeli kaynak girişi anlamında, Dünya Bankası kredilerindeki bu son gelişmeyi olumlu buluyor.
Biraz daha eleştirel bakan iktisatçılarsa, “Dünya Bankası kredilerinin hangi projelere yöneleceği”, “bu kredilerin ülkenin içinde bulunduğu ödemeler dengesi krizini aşmaya yardımcı olup olmayacağı” soruları üzerinde yoğunlaşıyorlar. Ana akım medya ve sosyal medyada ise konu sadece bu sınırlar içinde ele alınıyor.
Ödemeler dengesi krizi ve dış borç krizi bir arada
Kuşkusuz ki bu sorular çok önemli. Zira ülke ekonomisi ciddi bir ödemeler dengesi (ve dış borç) krizi riski ile karşı karşıya. 2023 yılı sonu itibarıyla 500 milyar doları olan dış borç stoku, döviz cinsinden iç borçlar ve KKM dâhil dövizli borçlarla birlikte toplamı 633 milyar doları buluyor. Vadesine 1 yıl kalmış özel sektör kısa vadeli dış borçları ve Hazine ve Merkez Bankası’nın kısa vadeli dış borçlarıyla birlikte bir yıl içinde ülkenin çevirmesi gereken borç miktarı 226 milyar doları buluyor. Merkez Bankası’nın net döviz rezervlerinin eksi 65 milyar dolar civarında olması durumu daha da kötüleştiriyor. (2) Yani mesele sadece bir döviz krizi ile sınırlı değil, dış borç geri ödeme krizi de (temerrüt) gündeme gelebilir. Yakın tarihte Yunanistan, Sri Lanka ve Arjantin bu tür bir borç temerrüdüne düştüğünden bu durum Türkiye için de geçerli olabilir.
İşte bu yüzden de özel finans piyasalarından yeni borç temin etmekte zorlanan, sıcak para girişleri de yeterli olmayan Türkiye’deki ekonomi yönetimi, denize düşenin yılana sarılması gibi, Dünya Bankası ve IMF kredilerine sarılmaya başladı.
Dünya Bankası kredileri projelere yönelik
Ancak 18 milyar dolarlık yeni Dünya Bankası kredi anlaşması ödemeler dengesi sorunlarını çözmeye yönelik bir anlaşma değil zira bu krediler, işin kuralı gereği, sadece adı önceden konulmuş olan özel ve kamusal projeler için kullanılabiliyor. Bu yüzden de Hazine ya da Merkez Bankası, bu kredileri kısa vadeli ödemeler dengesi ihtiyaçlarını karşılamak için kullanamaz. Diğer tür kredileri IMF veriyor ki bu konuda bir süredir IMF ile görüşmelerin yapıldığı tahmin ediliyor.
Kısaca, bu süreç böyle giderse bu yıl içinde IMF ile de büyük çapta bir kredi anlaşması (stand by) yapılması kaçınılmaz olabilir zira artan turizm gelirleri dışında ülkeye dönük ciddi bir döviz girişi yok. Yıllık 50 milyar dolar civarındaki turizm döviz geliri ise ancak cari açığın kapatılmasına yardımcı olabilir.
Diğer yandan bu iki kuruluştan sağlanacak krediler, verilecek siyasal tavizlerin dışında, ülkenin borç stokunu ve borç yükünü daha da artıracağı için hem kalkınma çabalarını geriletecek hem de ülke halklarının daha fazla yoksullaşmasıyla, temel bazı kamusal hizmetlerin budanmasıyla (kemer sıkma) ve halkın üzerindeki vergi yükünün artmasıyla sonuçlanacaktır.
Bu yüzden de, Dünya Bankası’nın (ve IMF’nin) kredilerinin ekonomi politik ve jeopolitik açılardan ele alınması ve Dünya Bankası ile yapılan son kredi anlaşmasının bu açılardan da analiz edilmesi gerekiyor.
Kredilerin ekonomi politik ve jeopolitik analizi
Dünya Bankası’nın genel merkezinde şu slogan yazılıdır: “Yoksulluğun olmadığı bir dünya düşümüz var.” IMF’nin misyonu ise “kısa vadeli ekonomik istikrarsızlığı gidermek” olarak tanımlanır. Yani ilki kalkınma sorununu (yanlış bir biçimde) yoksulluk sorununa indirgeyerek yoksullukla mücadeleyi, diğeri ise üye ülkelerin kısa vadeli ekonomik ve finansal istikrarsızlıklarla mücadelesine destek olmayı üstlenmiş durumdalar.
Misyonları yukarıdaki gibi açıklansa da, gerçekte bu iki örgüt, kuruluş yılı olan 1944 yılından bu yana, Güneyin azgelişmiş ekonomilerini emperyalist kapitalist sisteme bağlı tutmak ve Kuzeyin merkez ekonomilerinin sıklıkla içine düştüğü aşırı birikim (ve kâr oranlarının düşmesi biçimindeki) krizlerinin aşılması için çalıştı.
Bu nedenle de bu iki kuruluşun ortaya çıkışlarını, buna neden olan somut maddi ihtiyaçlar üzerinden (yani tarihsel maddeci bir bakış açısı ile) ele almak ve bu kuruluşlarla olan ilişkiyi teknik bir kredi alış verişi ilişkisinin ötesinde değerlendirmek gerekiyor.
Aşırı birikim ve kârlılık krizi
Kapitalizmin, özellikle de 1970’lerin ortalarından itibaren içine girdiği stagnasyon (uzun süreli durgunluk) nedeniyle, yeni değer yaratmakta ve kârlar üretmekte zorlandığı biliniyor.
Öyle ki, ulusal pazarlar doyduğunda, ekolojik tahribat sınırlarına ulaştığında ve böylece kaynaklar azaldığında ve sınıf karşıtlıkları büyük sınıf çatışmalarına dönüşmeye başladığında (reel ücret artışı talepleri, grevler gibi) sermayenin büyük kârlar elde etmesi zorlaşmaya başladı.
Bu durum bazı Marksist yazarlarca “aşırı birikim krizi” olarak adlandırlıyor. Böyle bir kriz ortaya çıktığında sermaye değer yitirmeye başlıyor, kârlı sermaye birikim süreci tıkanıyor. Bu da aşırı sermayenin bir şekilde azaltılmasını ve daha kârlı yatırımlara yönlendirilmesini gerekli kılıyor ki buna iktisat literatüründe “Sermayenin Demir Yasası” da deniliyor.
Aşırı birikim ve düşük kârlılık sorunu nasıl çözülüyor?
Kapitalizmin tarihi bize aşırı birikimin neden olduğu sorunların kabaca şu yollarla çözüldüğünü gösteriyor:
(i) Devletin geçici düzenlemeleri: Yatırımlar, alt yapı, eğitim, ar-ge gibi sermayenin gelecekteki verimliliğini yükseltecek alanlara yönlendirilir (örneğin New Deal). Bu yol geçmişte iyi işledi ama servetin yeniden bölüşümünü gerektirdiğinden ve sermayenin getirisi gecikmeyle sağlandığından (daha uzun vadeli) günümüzde sermayedarlar arasında pek popüler değil. Günümüzde sermayedarlar sadece çok değil, aynı zamanda en hızlı biçimde kâr elde etme, buna karşılık maliyetleri kamuya yıkma peşindeler.
(ii) Petrol fiyatları küresel olarak düşürülür ya da göçmen emeğinin kullanılmasına izin verilerek üretim maliyetleri azaltılır. Keza kadınlar işgücüne daha fazla dâhil edilir.
(iii) Emek ve meslek örgütleri ve işçi sendikaları zayıflatılır. Özelleştirmelerle yeni kârlı faaliyet alanları açılır (eğitim ve sağlıkta olduğu gibi).
(iv) Finansallaşma: Tüketici ya da uzun vadeli konut kredileri gibi sermayenin yöneleceği yeni kârlı alanlar açılır ya da kitleler kredi kartlarıyla borçlandırılmaya ve daha fazla tüketmeye teşvik edilirler.
(v) Mekânsal düzeltmeler: Daha sağlam bir yol ise (içerdeki emek örgütlerinin gücünü azaltacak bir biçimde) yurt dışında yeni yatırım ve üretim mekânları oluşturmak, yeni tüketim pazarları, yeni kredi pazarları ve ucuz ve örgütsüz işgücü bulmak gibi mekânsal düzeltme yoludur. (3)
Uluslararası kredilerin geriye dönüşlerinin garantörleri
İşte bu yolların (asıl olarak da bu mekânsal düzeltmenin) temel araçları tarihsel olarak, Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu ve Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) gibi uluslararası örgütler oldu. Böylece merkez ekonomiler 1970’lerin uzun süreli durgunluğundan biraz da bu örgütlerin faaliyetleriyle çıkabildiler. Çünkü özellikle de ilk iki örgüt, bol kredilerin garantili geri ödemeler ve yüksek faiz oranlarından çevre ülkelere satılmasına (bir kısmı da iyi koşullu kredi ya da uluslararası yardım yardım adı altında) yardımcı........
© Açık Gazete
visit website