menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

“Failler çağı”nda hiçbir şey yerinde değil

4 0
11.01.2025

Biçimsel denemelere olan merakını sergilediği Tuzdan Kaide (2018), Aidiyet (2019) ve Unutma Biçimleri (2023) filmleriyle tanıdığımız Burak Çevik’in dördüncü uzun metrajı Hiçbir Şey Yerinde Değil (2024), Bahçelievler Katliamı’ndan esinlenen bir kurmaca. Başından sonuna dek tek mekanda geçen filmde Çevik, 1978’de yedi TİP’li gencin vahşice katledildiği geceyi gerçeklere birebir bağlı kalmadan, kendi süzgecinden geçirerek betimliyor.

Çevik’in filmi, geçtiğimiz yirmi küsur yılda Türkiye sinemasında birçok örneğini gördüğümüz, ülkenin yakın geçmişindeki katliamları, travmaları, insan hakları ihlallerini ele alan filmler zincirinin son halkası. Bu filmlerin arasında Dersim Katliamı’nı, gözaltında kayıpları, 12 Eylül döneminde Diyarbakır Cezaevi’nde yapılan işkenceleri konu alan belgeseller de[1] var; 19 Aralık Hapishaneler Katliamı’na (Sonbahar [2008]), 6-7 Eylül Olayları’na (Güz Sancısı [2009]), 1915’e (Rüzgarın Hatıraları [2015]), Kürt halkının yaşadığı travmalara (Min Dit [2009], Press [2010]), Dersim (Zer [2017]), Maraş (Babamın Sesi [2012]) ve Sivas Katliamları’na (Kaygı [2017]) değinen kurmaca filmler de. Hiçbir Şey Yerinde Değil tüm bu filmlerden önemli bir noktada ayrılıyor. Zira şimdiye dek geçmiş katliamların hep şiddete uğrayanların, yani kurbanların bakış açısından ele alındığını görmüştük. Oysa Çevik’in filmi, kurbanlardan ziyade faillerin bakış açısını yansıtmakla ilgileniyor.

2000 sonrası Türkiye sinemasında izlerini gördüğümüz geçmişe yönelik ilgi, 1980’lerden itibaren Batı toplumlarında yaygınlaşan ve “hafıza patlaması”[2] diye adlandırılan eğilimin bir yansıması aslında. Holokost belleğinin kamusal alanda yükselişi, sömürgecilik sonrası dönemde sömürgeciliğin mirasının sorguya açılması, Latin Amerika ülkelerindeki askeri diktatörlüklerin çöküşü, Sovyetler Birliği’nin dağılması gibi gelişmelerin etkisiyle dünya çapında hafızanın temel bir mesele haline geldiğine dair genel bir kabul var. Kimilerince “tanıklar çağı”, kimilerince “kurbanlar çağı”[3] olarak adlandırılan bu dönemde hafıza çalışmaları, en çok rağbet gören akademik alanların başında geliyor.

Sosyal bilimlerden sanat eserlerine kadar kültürün her alanında yaşanan hafıza patlamasının beyazperdede de ziyadesiyle yankı bulduğunu görüyoruz. Başta Holokost olmak üzere (Sophie’nin Seçimi [1982], Avrupa Avrupa [1990], Schindler’in Listesi [1993], Hayat Güzeldir [1997], Piyanist [2002], Çizgili Pijamalı Çocuk [2008], Soysuzlar Çetesi [2009], Saul’un Oğlu [2015]) yakın tarihte yaşanan soykırımlar, savaşlar ve katliamlar 1980’lerden başlayarak gerek Hollywood filmlerinde gerekse Avrupa sanat sinemasında sıkça işlenen konular arasında yer alıyor. Holokost’un yanı sıra 1915’i (Ararat [2002], Tarlakuşları Çiftliği [2007], Kesik [2014], Söz [2016]); İspanya İç Savaşı’nı (Ay Carmela! [1990], Gernika [2016]) ve 1994’te Ruanda’da (Ruanda Oteli [2004], Shooting Dogs [2005]), 1995’te Srebrenitsa’da (Grbavica [2006], Quo Vadis Aida [2020]), 1975-79 yıllarında Kamboçya’da (Ölüm Tarlaları [1984], Önce Babamı Öldürdüler [2017]) yaşanan soykırımları konu alan kurmaca filmlerin sayısında hatırı sayılır bir artış göze çarpıyor.

Öte yandan son yıllarda hafıza çalışmalarında baş gösteren yeni bir trend var: Kurbanların yerine faillere odaklanmak. Faillerin psikolojisini, onları şiddete sevk eden güdüleri kavramanın önemi giderek daha yüksek sesle dile getirilmeye başlandı. Bunun sonucunda “fail çalışmaları” (perpetrator studies) adı verilen nur topu gibi bir disiplin doğdu. Daha düne kadar kurbanlar tarih sahnesinde ön planda yer alırken sahne ışıkları faillerin üzerinde artık. Öyle ki yaklaşık son on yıldan beri “tanıklar çağı”nı – ya da “kurbanlar çağı”nı – geride bırakıp “failler çağı”na girdiğimizden bahsediliyor.[4] Günümüzde faillerin bakış açısına vakıf olmadan soykırım gibi insanlık suçlarının sebeplerinin anlaşılamayacağı görüşü yaygın kabul görmeye başladı. Failin psikolojisi üzerine eğilmek en son moda araştırma konuları arasında yer alıyor artık. “Fail çalışmaları”na ek olarak “fail edebiyatı”, “fail sineması”, “fail travması” gibi kavramlar Batı’daki akademi camiasında dolaşıma girmiş durumda.[5] Faile odaklanma eğilimi sinemada şimdilik daha çok belgesellerde karşılık bulmuşa benziyor. 1965’te Endonezya’da komünistlerin maruz kaldığı soykırımın faillerinden tutun da üst düzey Nazilere, Lübnan’da sivil halkı katleden İsrail askerlerine kadar insanlık suçlarının faillerini konu alan, çoğu 2000’lerin ikinci yarısından sonra çekilmiş birçok belgesel var. Her ikisi de dünyada ses getiren bol ödüllü Öldürme Eylemi (2012) ve Beşir’le Vals (2008) bunların en bilinenleri. 100 Yılın İtirafları (2003), 2 or 3 Things I Know About Him (2005), Enemies of the People (2009), Radical Evil (2013), The Decent One (2014), Wrong Elements (2016), Depth Two (2016), The Waldheim Waltz (2018) gibi belgesellere nazaran sayıları daha az olsa da Güney Afrika’daki apartheid rejimi sırasında gerçekleştirilen katliamların faillerinden birini merkezine alan Affedilen (2017) ile Auschwitz komutanı Rudolf Höss ve karısının gündelik hayatını betimleyen İlgi Alanı (2023) gibi son yıllarda çekilmiş, faile odaklanan kurmaca filmler de mevcut.

Fail sinemasının yükselişi, sözü faillere bırakmanın etiksel boyutları üzerine tartışmaları da beraberinde getiriyor doğal olarak. Zira failleri merkeze taşımak, etiksel ve ideolojik açıdan riskli sularda yüzmek anlamına geliyor. Faillerin izleyiciyi empati kurmaya teşvik edecek şekilde betimlenmesi bu risklerden........

© Bianet