Hep Meşgul Ama Hep Eksik: Biz Neyi Kaçırıyoruz?
Son yıllarda herkesin ortak bir şikâyeti var: “Hiçbir şeye zaman kalmıyor.” Her sabah aynı cümleyle başlıyoruz hayata: “Bugün çok işim var.” Akşam olduğunda ise bambaşka bir cümleyle kapatıyoruz günü: “Hiçbir şey yetişmedi.” Garip değil mi? Teknoloji ilerledikçe kolaylaşması gereken hayat, tam tersine daha yorucu, daha hızlı, daha yoğun hâle geldi. Her şeye anında ulaşabildiğimiz bir çağda, kendimize ulaşamaz olduk. Ve en tuhafı: Bu kadar meşgul olup yine de bu kadar eksik hissetmek.
Bu eksiklik, sonradan gelen bir duygu değil. Aksine, gün boyunca içimizde ağır ağır biriken, görünmez bir ağırlık. Sabah işe giderken hissediyoruz, öğle arasında nefes alırken hissediyoruz, akşam eve gelip koltuğa oturduğumuzda daha çok hissediyoruz. Meşguliyetin bizi doldurması gerekirken, aksine tükettiğini fark ediyoruz. Peki ama neden?
Birincisi, meşguliyeti bir performans göstergesine dönüştürdük. Sanki sürekli dolu görünmek, hayatı verimli yaşadığımızın kanıtıymış gibi. Takvimlerimizde boşluk olması bizi rahatsız ediyor. Bir saatliğine bile boş kalmak, bir şeyleri kaçırıyormuşuz gibi hissettiriyor. Bu yüzden sürekli yeni sorumluluklar, yeni işler, yeni hedefler yüklüyoruz kendimize. Ancak unuttuğumuz bir gerçek var: Dolu görünen her hayat, dolu yaşanan bir hayat değildir. Zamanı doldurmak kolaydır; ruhu doldurmaksa bambaşka bir mesele.
İkinci büyük problem, dikkatimizi bin parçaya bölen dijital akış. Telefonlarımız günün her saatinde elimizin altında. Bir bildirim sesi, bir mesaj, bir e-posta derken dikkatimiz sürekli bölünüyor. Bir işe odaklanmak yerine birden fazla işin yarım yamalak ucundan tutuyoruz. Bu durum hem zihinsel yorgunluk yaratıyor hem de tatminsizlik hissini büyütüyor. Çünkü insan, ancak yaptığı işe bütün varlığıyla odaklandığında doyum hisseder. Ama biz........





















Toi Staff
Sabine Sterk
Penny S. Tee
Gideon Levy
Waka Ikeda
Grant Arthur Gochin
Tarik Cyril Amar