Neden edebiyat yaparız sorusunu önceki yazımızda edebiyat arzusunun fıtrî olduğunu söyledikten sonra sormuştuk.
Fıtrattan ne kastettiğimiz belirtmeden önce sorudaki “yapma” fiilinin şu iki manaya da gelebileceğini hatırlatmalıyız: 1-Edebiyatı kendi takdirimiz ve irademizle yaparız., 2-Edebiyat tıpkı bir yağmura tutulurcasına kendisine tutulduğumuz, maruz kaldığımız şey olarak yapılmasında aracılık ettiğimiz şeydir.
Bu iki manada edebiyatın, dünyadaki araçlarla ve salt bu dünya ile kayıtlı olarak yapıp ettiğimiz şey olması bakımından maddi; vârid, havâtır, fütûhat, şevâhid, levâih, bevâdî, tecelliyat, ilhâmat… şeklindeki tahakkuku bakımındansa manevî olduğunu söyleme imkanını elde etmiş olacağımız aşikardır. (İlgili kelimeler için bkz.: DİA, vârid maddesi)
Bu anlayışa göre fıtrat kelimesi de maddi ve manevî olanı birlikte ihata etmesi bakımından “Neden edebiyat yaparız?” sorumuz esasında merkeze oturur.
Fıtrat yarmak, ikiye ayırmak, yaratmak, icat etmek anlamındaki fatr kökünden isimdir. Mukâtil b. Süleymân ona yer aldığı ayetler üzerinden “Kendi zatını tazim etme; dirilten ve öldüren; hâlık; yarılma, çatlama, dürülme… anlamlarını vermiş ve Rum 30:30 ayetinin tefsirinde, “Sonra da Ademoğulları’ndan mîsak aldı: ‘...Hani Rabbin Ademoğullarından onların sırtlarından zürriyetlerini aldı ve onları kendisine şahit tutup, ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim’ diye sordu, ‘Evet şâhidiz’ dediler (O’nun rububiyetini kabul edip, O’nu rab tanıdılar.” (A’râ 7:172) mealindeki ayete başvurmuştur. Cüneyd-i Bağdâdî’nin, bu ayetten hareketle çifte bağı dünya öncesine - dünyada oluşa birlikte taşıması da bizi kelimenin yukarıda zikrettiğimiz madde – mana ayrım ve müşterekliğine götürmüştür:
“Böylece, şanı Yüce Allah, onlar gayri mevcud iken ve ancak kendi vücudunda (bir tasavvur olarak kendisiyle mevcud iken) onlara hitap ettiğini haber verdi. Onlar orada Hakk’ı bildiler ama kendi vücutlarıyle değil. Kendi vücutlarından asla haberleri yoktu. O halde orada Hak, Hak ile mevcud idi. Bu mevcudiyyetin mahiyyetini kendisinden başkası bilemez ve O’ndan başkası bulamaz.
Şimdi Allah onların varlığını bilerek, onları kuşatarak ve görerek onları ilkönce (onlar yok iken) ruh-i mücerred halinde yarattı. İşte ezelde ezel için mevcud olanlar, o kimselerdir ki, bildiğimiz bu dünyadaki vücutlarına gelmişlerdir. Bunlar beşerî varlıklarından geçip (fenaya erip) ruh-i mücerred haline gelerek Allah ile baki olurlar. O zaman onları rabbânî sıfatlar, ezeliyyet eserleri, deymumiyyet alâmetleri ihata eder. Allah bu sıfatları onlarda izhar eder ki onları bu dünyadan geçirsin ve orada bekalarını devam ettirsin, gayb ilmine muttali kılsın, pek kapalı gizli ilmini, onlara göstersin ve onları kendisiyle cemetsin (birleştirsin).
Kendisiyle cemettikten sonra onları kendisinden ayırır ve (onlara tekrar kendi ferdiyetlerini verir.) Cem halinde onları (dünyadan) kaybeder; tefrika hallerinde onları (dünyaya) getirir. Bu suretle gaybleri (Allah’ta yok olmaları) dünyaya gelmelerine, dünyada var olmaları da Allah’tan kaybolmalarına sebep olur. Onları bu dünyada var ettiği zaman kendinden sudur eden nûrlarla onları kapar alır. Kendinde kaybettiği zaman da bu nûrları onlardan alarak onları dünyaya iade eder. Fenalarını beka hallerinde, başkalarını da fena hallerinde tamamlar. Allah iştirak olunmayan yüce sıfatlarını vererek onlarda dilediği gibi muradını icra edince umur (işler) onları ihata eder. (Yükseldikleri) o vücud, vücudun en tamamıdır. Ve beşerî vücud, Allah›tan zuhur eden nûrlarla kahr-u galebe edilmeğe lâyık ve müstahaktır. Bu nûrlarla beşeri izleri mahveder, şekillerini kaldırır, vücutlarını giderir. Zira o halde ne beşeri bir sıfat, ne kendileri için bilinen bir vücut (varlık) ve ne de kendileri için anlaşılan bir eser kalır. Bütün bu haller, ruha ezeli varlığını giydirir (ezelde nasıl şekilsiz, resimsiz, sıfatsız ve kendinden habersiz, sırf Allah›ta ve Allah ile var idiyse, yine öyle olur).
Bir vücut nimeti zevki ki dünya nimetine benzemez (bir saâdet ki hatıra gelmez). İsimleri bir ama, manâları bambaşka. İki cins nimetin de tadı var ama, eserleri başka. Dış görünüşte ikisi de nimet görünür ama, tadı değişir. Onların bütün düşünceleri, akıl ve fikirleri hep sevgililerindedir. Ruhlarında Allah’ı anmaktan bir an geri kalmazlar. Bu sırada gayret denizleri kabarır, dalgaları birbirine çarpar. Bunun varidini ararlarken belâ büyür. Bu hal vuku bulurken nefisleri darmadağın olur, Her bildikleri kendilerine meçhul olur.”
Nasipse yazımıza başlık olan soruyu cevaplamaya buradan devam edelim inşallah.
Neden edebiyat yaparız?
24
1
15.08.2023
Neden edebiyat yaparız sorusunu önceki yazımızda edebiyat arzusunun fıtrî olduğunu söyledikten sonra sormuştuk.
Fıtrattan ne kastettiğimiz belirtmeden önce sorudaki “yapma” fiilinin şu iki manaya da gelebileceğini hatırlatmalıyız: 1-Edebiyatı kendi takdirimiz ve irademizle yaparız., 2-Edebiyat tıpkı bir yağmura tutulurcasına kendisine tutulduğumuz, maruz kaldığımız şey olarak yapılmasında aracılık ettiğimiz şeydir.
Bu iki manada edebiyatın, dünyadaki araçlarla ve salt bu dünya ile kayıtlı olarak yapıp ettiğimiz şey olması bakımından maddi; vârid, havâtır, fütûhat, şevâhid, levâih, bevâdî, tecelliyat, ilhâmat… şeklindeki tahakkuku bakımındansa manevî olduğunu söyleme imkanını elde etmiş olacağımız aşikardır. (İlgili kelimeler için bkz.: DİA, vârid maddesi)
Bu anlayışa göre fıtrat kelimesi de maddi ve manevî olanı birlikte ihata etmesi bakımından “Neden edebiyat yaparız?” sorumuz esasında merkeze oturur.
Fıtrat yarmak, ikiye ayırmak, yaratmak, icat etmek anlamındaki fatr kökünden isimdir. Mukâtil b. Süleymân ona yer aldığı ayetler üzerinden “Kendi zatını tazim etme; dirilten ve öldüren; hâlık; yarılma, çatlama, dürülme… anlamlarını vermiş ve Rum 30:30 ayetinin tefsirinde, “Sonra da Ademoğulları’ndan mîsak aldı: ‘...Hani Rabbin Ademoğullarından onların sırtlarından zürriyetlerini aldı ve onları kendisine şahit tutup, ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim’ diye sordu, ‘Evet şâhidiz’ dediler (O’nun rububiyetini kabul edip, O’nu rab tanıdılar.” (A’râ........
© Yeni Şafak
visit website