“İnsanın en kolay kaybolabileceği dehliz çocukluğudur” demek istedim o küçük çocuğa.
Elinden tutup parka götürmenin çare olacağını bilseydim elinden tutup parka götürürdüm onu. Ama öyle çocuklardan değildi işte. Şekerle kandırabileceğiniz, “her şey güzel olacak” vaadiyle susturabileceğiniz…
Susmak haylanırların, yarası sağaltılabilenlerin, akşam eve dönmek isteyenlerin mesleğiydi. Ve bilirsiniz ya, susmanın karşıt anlamlısı konuşmak değildi, hiçbir zaman olmadı. Sadece kandırdılar çocukları.
“Söyle bakalım ne istersin?” diye sormak istedim o küçük çocuğa. Çikolata, pamuk helva, süt mısır ya da ne bileyim öyle bir şey ister zannettim.
“Bir at isterim” dedi bana. “Hani üzerine binilince böyle sallanan o tatlı oyuncak atlardan mı?” diye sordum. Duraksamadan “hayır” dedi, “rahvan giden bir Arap atı istiyorum. Bütün çölleri, bütün dağları, ırmakları ve ovaları geçerek beni buradan, dünyadan götürsün.” Şaşkınlıkla “nereye götürsün istersin seni?” diye fısıldadım. “Dünya olmayan bir dünyaya, bir başka uzaya” dedi. Kızdım ona. “7 yaşında bir çocuksun altı üstü, at istiyorsan oyuncak at istemelisin. Çocuksan, çocukluğunu bilmelisin” dedim. “Bilinecek bir şey olsaydı bilirdim. Kapının önüne bırakılan bir çift ayakkabıya sarılıp uyuduğumda bilme şansımı kaybettim ben” dedi. Ellerini göğsünde kavuşturmuş, dünyaya küskün bakan çocuklara mahsus o bakışla bakıyordu bana: “Ya senin çocukluğun?” diye sordu, “her istediğini aldılar mı sana?”........