Liderlik mi, kült mü? Solun çatışan iki hafızası
Liderler güç verir, kültler gölgeler: Solun bugün karşı karşıya olduğu soru, bu iki yolun hangisinin geleceği belirleyeceği.
Marx'tan Mao'ya Bir Paradoks
Sosyalist politikanın en büyük ironilerinden biri, kolektif idealler üzerine kurulu bir hareketin sıklıkla sonunda tek bir bireye takılıp kalmasıdır. Marx ve Engels'in ilk günlerinden beri, sosyalist düşünürler liderleri birer süperstar mertebesine yükseltme eğilimine karşı uyarıda bulunmuştur. Karl Marx'ın kendisi de bilindiği gibi herhangi bir 'kişilik kültü'nü reddetmiştir. Hatta hayranlık dolu övgülerin kamuoyunda yer almasına izin vermemiş ve hareketin tüzüklerinden lidere taparcasına övgü içeren tüm dili çıkarttırmakta ısrar etmiştir. Marxist teoriye göre, tarihi ileriye taşıyan şey tepeden kutsanmış 'büyük adamlar' değil, toplumsal güçler ve sınıf mücadelesidir. Gelgelelim, sosyalist partiler defalarca kendilerini devasa boyutlara ulaşmış liderler ve onların kişisel karizmalarının mıknatıs etkisiyle mücadele ederken buldular.
20’inci yüzyılda bu paradoks acı bir biçimde su yüzüne çıktı. Joseph Stalin dönemindeki Sovyetler Birliği bunun klasik bir örneğidir. Eşitliğe ve sıradan halka adanmış bir devrim, tek bir adamın neredeyse ilahlaştırıldığı bir sahneye dönüştü. Sokaklar Stalin'in portreleriyle dolup taşıyordu. Yoldaş Stalin'in "dahiliğine" övgüler dizmek ise adeta bir ritüele dönüşmüştü. Stalin'in ölümünün ardından, bizzat Komünist Parti, bu durumun sosyalist ilkelerden ne denli sapmış olduğunu itiraf etti. 1956'da Nikita Kruşçev, Stalin’in "kişilik kültü"nü kınayarak dünyayı şoke etti. Kruşçev, diktatörün görünüşte komünizm ideallerini savunurken aslında bir lider kültünü beslediğini belirtti. Vurgulanan gerçek açıktı: En tepede bir lidere tapmak sadece tuhaf bir aşırılık değildi; iktidarı 'yüce bir lidere' değil 'halka' vermeyi öngören ilkenin ihlal edilmesi anlamına geliyordu.
Marksist-Leninist İlkeler ve Kişilik Kültü
Marksist-Leninist ilkeler ile lidere tapınma arasındaki gerilim, sosyalist tarihin içinden bir fay hattı gibi geçer. Marksist-Leninist ideoloji kolektif liderlik ve demokratik merkeziyetçiliği savunur. Teoride, en önde gelen yoldaş bile partiye karşı hesap verebilir olmalı ve eleştiriye açık bulunmalıdır. Lenin'in kendisi de bir devrimi ileriye taşıyanların kitleler olduğunu, liderlerin ise o kitlelerin hizmetkârı olması gerektiğini vurgulamıştır. Nitekim Stalin sonrası dönemde, pek çok komünist parti "kişilik kültü" uygulamalarından vazgeçtiklerini ilan ederek kolektif karar almayı yeniden tesis etmeye gayret etti. 1956'da Kruşçev'in uyarısı bu konuda bir dönüm noktası oldu. Kruşçev tek bir kişiyi yüceltmenin Leninist kolektif liderlik ilkesini nasıl çarpıttığını partiye hatırlattı. Diğer sosyalist devletler de benzer yüzleşmeler yaşadı. Çin'de, Mao Zedong'u tabiri caizse, tanrısal bir mevkiye yükselterek yol alan çalkantılı Kültür Devrimi'nin ardından, parti liderliği yeni bir kültü önlemek amacıyla görev sürelerini sınırlandıran ve uzlaşı esaslı yönetimi getiren uygulamalar başlattı. Bu politika son yıllara dek büyük ölçüde yürürlükte kaldı. Kuzey Kore'nin kapalı kapılar ardındaki dünyasında bile, 1956 yılında bazı görevliler, Leninist kolektif liderlik normlarını adeta çiğneyen Kim İl Sung’un kendi etrafında merkezlenen bir ‘Kim İl Sung Kültü’ oluşturmasına karşı çıkmaya çalıştı. Bu girişimde bulunanlar mücadeleyi kaybetti ve Kuzey Kore hanedanvari bir kişilik kültünü iyice pekiştirdi. Bu durum böyle eğilimlerin ilkeyi nasıl gölgede bırakabileceğine dair çarpıcı bir uyarı olarak tarihe geçti.
Bu tür kültler, ideolojik dirence rağmen neden ortaya çıkıyor? Yanıtın bir kısmı, insan hikâye anlatımının güçlü çekiciliğinde yatıyor. Kitle hareketleri, amaçları ne denli yüce olursa olsun, çoğu zaman bir yüz ve isim etrafında kenetlenmenin daha kolay olduğunu görürler. Ete kemiğe bürünmüş bir lider, soyut bir idealin başaramayacağı biçimlerde umut aşılayabilir. Kriz dönemlerinde insanlar doğal olarak bir öncü figür aramaya yönelir. Stalin, halkını koruyan bilge "Milletlerin Babası" olarak lanse edilmişti; Mao ise Çin'in kaderini tayin eden "Büyük Dümenci" haline getirilmişti. Bu anlatılar insanları harekete geçirebilir. Ancak zamanla efsanelere de dönüşebilirler. Liderin imajı, eleştiri üstü ve gerçeklikten kopuk biçimde kendi başına yaşamaya başlar. Ve bu bir kez olduğunda, sağlıklı bir sosyalist demokrasinin tartışma, eleştiri, özeleştiri gibi geri bildirim döngüleri bozulur. Sağlıklı bir parti en tepedeki lider de dahil hiçbir üyesini eleştirinin üzerinde görmez; çünkü birini kolektifin üstüne koymak bir partiyi kült haline getirir. Muhalefet, hayranlık veya korku nedeniyle susturulduğunda hatalar katlanarak artar. Stalin'in dizginlenmemiş tasfiyeleri ve Çin'in feci "Büyük İleri Atılım" politikası, pohpohlamanın ve korkunun akılcı yönetimin yerini aldığı durumlara örnektir.
Modern Sosyalist Partiler ve Kişiselleşme
Günümüzde, daha çoğulcu demokrasilerde sosyalist ve sosyal demokrat partiler açıkça kişilik kültleri inşa etmeye pek girişmiyor. Ancak bu gerilim tamamen ortadan kalkmış değil. Karizmatik liderlik hâlâ iki ucu keskin bir kılıç olma özelliğini koruyor. Bir yandan, etkileyici bir lider sosyalist fikirleri popülerleştirip destekçileri harekete geçirebilir. Diğer yandan, modern siyasetin medya odaklı doğası, sol hareketlerin bile tek bir kişinin markasıyla özdeşleşme riski taşıdığı anlamına geliyor. Örneğin Jeremy Corbyn liderliğindeki Britanya İşçi Partisi'ni düşünelim. 2015–2017'de “Corbynmania” diye adlandırılan bir coşku patlaması yaşandı. Kalabalıklar mitinglerde ve müzik festivallerinde onun adını haykırıyor, bu mütevazı sosyalisti adeta bir halk kahramanı gibi selamlıyordu. Bazıları bu coşkunun bir kişilik kültüne doğru kaymasından endişe etti.
Fakat gözlemciler hayati bir farka dikkat çekti. Propaganda yoluyla yukarıdan empoze edilen eski Sovyet tarzı kültlerin aksine, Corbyn olgusu aşağıdan yukarıya, tabandan gelen bir heyecandı. Devlet medyası veya parti talimatıyla tasarlanmış değildi. Corbyn'in mesajına ilgi duyan sıradan destekçilerden kendiliğinden filizlenmişti. Gerçek kişilik kültlerinin genellikle resmi aygıtlar tarafından 'tepeden' üretildiği, oysa Corbyn dalgasının kendiliğinden ortaya çıktığı açıktı. Bu ayrım önemlidir: Corbyn’in hayranları onu alkışlıyordu, evet; ancak aynı zamanda politikalarını açıkça tartışıyor, parti stratejisini eleştiriyor ve başkalarını harekete geçiriyorlardı. Bu bir hayran kitlesiydi, körü körüne bağlılık değildi. Bir başka ifadeyle, liderin somutlaştırdığı fikirler etrafında kenetlenen bir siyasi hareketti, itirazı yasaklayan bir putlaştırma değildi. Benzer bir durum Amerika Birleşik Devletleri'nde Bernie Sanders için de söylenebilir. Ona gönülden bağlı destekçileri (“Feel the Bern” sloganıyla anılan) demokratik sosyalist program etrafında kenetlenmişti. Alkışlar onun güvenilirliği ve politikaları içindi.........





















Toi Staff
Sabine Sterk
Penny S. Tee
Gideon Levy
Waka Ikeda
Grant Arthur Gochin