“Toplum gerçekte bir sözleşmedir... Sadece yaşayanlar arasında değil, yaşayanlar, ölenler ve doğacak olanlar arasında da bir ortaklıktır.”
Toplumlar gibi insanlar da geçmiş ile gelecek arasında asılı bir noktadır.
Kimliğimizin kodları geçmişin gardrobunda asılıdır ama geleceğimizin inşası elbette bizim ellerimizdedir.
Bizanslıların “Şehirlerin kraliçesi” dedikleri İstanbul’da bizden önce milyonlarca insan yaşadı. Fakat onlar sadece yaşamakla kalmadı, üzerinde yaşadıkları mekânı ‘ürettiler’, yani tabii bir araziyi asırlar sonrasında dahi dosta ve düşmana imrendirecek hakiki bir “Şehir” haline getirmeyi başardılar.
Bugün “İstanbul” denilince aklımıza Allah’ın bir lütfu olan muhteşem konumuna ilaveten geçmişte onda yaşayan sakinlerin sathına kondurdukları Kızkulesi veya Ayasofya ve Süleymaniye gibi mimari ve estetik harikaların kar yağar gibi yumuşakça düşüvermesi boşuna değil.
Dağınık da olsa bazı gevşek yerleşmeler halinde yayılmış bulunan bu eski Megara kolonisi, iç savaş sırasında İtalya’da tutunamayan Roma İmparatoru Büyük Konstantin tarafından 330 yılında başkent yapılmıştı. Şehir, Roma İmparatorluğu’nun devamı olan Bizans’ın da başkentliğini üstlenecekti (bu arada Bizanslılar devletlerine Bizans değil, Doğu Roma da değil, doğrudan doğruya Roma İmparatorluğu derlerdi).
“Byzantion” zamanla Konstantinopolis adını aldı ve Miladî takvimle 29 Mayıs 1453 Salı günü İmparator XI. Konstantin’den Osmanlı’nın 21 yaşındaki 7. padişahı Fatih Sultan Mehmed’in enerjik ellerine devrolundu.
Kurulduğu tarihten bu yana “Şehir” (Rumların deyişiyle Polis) hem inanılmayacak derecede yayıldı ve demografik ve kültürel cihetlerden değişti, hem de Romalılar, Bizanslılar, Cenevizliler ve Osmanlılar tarafından güzelliklerine Ayasofya Katedrali, Galata Kulesi ve Süleymaniye Camii gibi şehrin ruhuna bürünen ve aşılamayacak nitelikte ender güzellikler eklendi. Bir pagan şehriyken Hıristiyanlık ve İslamiyet’in renklerine bürünmekte gayet mahir davrandı.
21........© Yeni Akit