Martin Scorsese’nin Casino’su geldi aklıma. Film gereğinden fazla uzundu ama sinematografisi çok iyiydi. Casino, gözalıcı kıyafetler, baş döndürücü mekanlar ve lüks arabaların kuşattığı Las Vegas’ın parıltılı kumar dünyasını anlatıyordu.
Filmdeki lüks, şatafat ve zenginlik ne kadar sersemletici ise filmin anlattığı hayat hikayeleri de bir o kadar tiksindiriciydi.
O inanılmaz şaşaayı finanse edebilmek için en vahşi suçlar düşünmeden işleniyordu Casino’nun dünyasında. Kravatı, ceketi, kol düğmeleriyle ortalarda beyefendi gibi dolaşan adamların hepsi gerçekte birer canavardı. Başkalarının hayatlarını yiyerek hayatta kalabiliyorlardı. Şehrin etrafındaki çöl, gece vakti gizlice gömülmüş bahisçi cesetleriyle doluydu. Uyuşturucunun her türü çeşmelerden akıyormuşcasına tüketiliyordu. Casino her şeyin için için çürüdüğü bir dünyaydı...
Üzerinden çok zaman geçti ama hala hatırlarım... Filmi ilk izlediğimde, başımdan aşağı bir kova lağım suyu dökülmüş gibi kirlenmiş hissetmiştim kendimi. Beynim, kalbim, ruhum kopkoyu bir pisliğe bulanmıştı.
Fazlasıyla aşina olduğumuz, ihtişamlı servet görüntülerinin arkasında bu kadar kirli, bu kadar korkunç mekanizmaların işliyor oluşu, biraz da ürkütmüştü beni. Bu yapay “cennet” açgözlüleri, hırslıları, eğlence düşkünlerini, sıradan insanları soymak için tasarlanmıştı. Kim ne kadar usta oyuncu olursa olsun, Vegas’ta kazanan yalnızca “kasaydı.” Dışarıdan “cennet” gibi parıltılar saçarak kurbanları kendine çeken bu yer aslında bir........