Cuma sabah saatlerinde İsrail terör örgütü tarafından şehit edilen İsmail Haniye için Katar’daki cenaze töreni hazırlıklarını izliyordum. Bu büyük telaşın, koşuşturmanın arkasında; işlerin nereye varacağının bilinmemesine dair karamsar bir düşünce, bütün hareketlere, çehrelere sinmiş bir hüzün vardı.
Bu hareketliliği izlerken, yaşananlar sebebiyle müslümanlar olarak hepimizin ne kadar yaralı olduğumuzu düşündüm. Gazze’de olanlar yüzünden yaralıydık. Yaralı, düşünceli ve kızgın… Sanki biri gelip bütün lambalarımızı söndürmüştü. Bir adım ötesinin görünmediği alaca bir karanlık içinde gibiydik… Bu karanlık içinde yürüyor ve nereden geldiğini bilmediğimiz sarsıcı darbelerle oradan oraya savruluyorduk.
Görüntüleri izlerken aklıma Busbecq’in o çarpıcı, hatta bugün için şaşırtıcı kabul edilebilecek mektupları geldi. Avusturya Kralı Ferdinand tarafından Osmanlı’ya elçi olarak gönderilen Busbecq, Osmanlı coğrafyasında şahit olduklarını ayrıntılı mektuplar halinde yazıp göndermişti memleketine. Türklerden ölesiye nefret eden bu meraklı adam, 1555’den 1562 yılına kadar gönderdiği dört ayrı mektupta “yenilmez düşman” Osmanlı’yı dikkatli bir şekilde gözlemlemişti.
****
Busbecq’in mektuplarından yayılan karamsarlık, Katar’daki cenaze töreni hazırlıklarını izlerken içimi kaplayan koyu karamsarlıkla benzeşiyordu. Benim gibi milyonlarca insan da benzer bir endişe içindeydi eminim. Bugün bir yıla yaklaşan Gazze soykırımını, Irak’ın, Afganistan’ın, Suriye’nin işgalini izleyen pek çok yürek, bu karabasan sona erecek mi diye kara kara düşünüyordur eminim.
Neredeyse beş asır önce İstanbul’u, Amasya’yı, Bursa’yı, Deliorman’ı gören Avusturya’lı Busbecq de gördükleri karşısında kara kara düşünmüş içinde doğduğu uygarlığın geleceği adına derin bir teessür duymuştu.
“Türklerin sistemlerini kendi sistemimizle karşılaştırdığım zaman, geleceğin başımıza getireceğini düşünerek tir tir titriyorum. Akıbetimizden korkuyorum. Ordularında harp tecrübesi var, tatbikat var. Güngörmüş, daima zafer marşları söylemiş asker var. Sabır var, tahammül var, düzen ve disiplin var... İman var” diye esefle yazıyordu mektubunda.
Yeniçerilerin disiplin ve karakterinden bahsederken şunları yazıyordu: “Kapının önünde ellerini göğüslerinin üstünde bağlayarak, gözlerini yere dikerek, öyle vakur, asil, hareketsiz ve hürmetkâr bir vaziyette ayakta dururlar ki bunları gören asker değil de, rahip zanneder. Bana bunların yeniçeri olduklarını söylemeselerdi, Türklerin din adamları yahut tarikat dervişleri sanacaktım. Hâlbuki bunlar bütün dünyayı titreten, gittikleri yerlere dehşet saçan o meşhur yeniçerilerdi”.
Yeniçerilerin disipliniyle ilgili hayranlığını bir başka yerde şöyle dile getiriyordu : “…En çok göze çarpan, miktarları bini aşan yeniçerilerdi. Bunlar diğer kuvvetlerden ayrı bir mevkide duruyorlar, uzun bir saf teşkil ediyorlardı. O kadar sessizdiler ki yanımda oldukları halde acaba bu adamlar ölü mü, diri mi diye şüpheye düşüyordum. Sanki birer heykeldiler”
Türk ordugahında gezerken imrenerek şunları not alıyordu: “…Her tarafta tam bir huzur hüküm sürüyordu. Ne kavga ne münakaşa, ne gürültü ne patırtı, hiçbir şeye tesadüf edilmiyordu. Hiçbir türlü, hiçbir şekilde zor ve şiddet hareketleri de görülmüyordu. Bundan başka her taraf tertemizdi. Ne gübre yığınları vardı, ne süprüntü birikintileri… Göze, burna kötü gelecek, fena kokacak hiçbir şeye tesadüf etmedim. Bu gibi şeyleri Türkler yakıyorlar yahut da........