Marks ve Engels 1848’de sömürgeciliği savunuyordu

Yıldırım Koç yazdı…

www.yildirimkoc.com.tr

Sosyalizmi yalnızca Marks ve Engels’in Komünist Manifesto ile Stalin’in Diyalektik ve Tarihi Materyalizm kitaplarından ve kendilerinin mensup olduğu siyasi çizginin dergisinden öğrenenleri yine biraz şaşırtayım. Marksizmin öyle birkaç kitap ezberlenerek kulaktan dolma bilgiyle öğrenilebilecek bir alan olmadığını belki bu vesileyle anlarlar. Marksizmin temel anlayışlarından biri, somut şartların somut tahlilini yapmak, sorgulamak, sürekli öğrenmek, analiz yeteneğini kullanmak ve geliştirmek, hayatı doğru kavramaktır. Bu konuda da ezberleri bozabilmek için Marks ve Engels’in yaklaşık 1852 yılına kadar sömürgeciliğin olumlu etkilerini ifade eden yazılarından epeyce alıntı yapacağım. Komünist Manifesto’nun yazıldığı tarihte Marks ve Engels’in bakışı bu şekildeydi. Yazı bu nedenle biraz uzun oldu. Eğer okuma alışkanlıkları olmadığı için bunları okumadan, bu yazıyı paylaştığım sayfama, bilgisizliklerini ve zeka düzeylerini yansıtan yorum yazan olursa, o “katkıları”(!) hemen sileceğim.

Marks ve Engels, yaklaşık 1852 yılına kadar sömürgeciliği savunuyorlar, sömürgecilik sayesinde kapalı bazı toplumların gelişmeye açıldığını, sömürgeciliğin “geri toplumları devrimcileştirdiğini” ileri sürüyorlardı. Komünist Manifesto bu dönemde yazıldı ve bu anlayışın izlerini taşımaktadır. Bu olgu bilinmeden Komünist Manifesto’daki bazı değerlendirmeleri günümüzde de tekrarlayanlar, bilgisizliğin ve entelektüel tembelliğin yol açtığı bir hata içindedirler.

Komünist Manifesto’nun günümüzde geçerliliğini kaybetmiş olduğu tespitlerden biri, kapitalizmin gelişmesiyle birlikte farklı ülkelerde yaşayan işçiler arasında ulusal farklılık ve çıkar çatışmalarının giderek ortadan kalkacağı ve işçilerin çalışma ve yaşama koşullarının aynılaşacağıydı. Bu durumun, hem sömürge ülkelerin işçileriyle sömürgeci ülkelerin işçileri arasında, hem de sömürgeci ülkelerin kendi aralarında gerçekleşeceği sanılıyordu.

Bu anlayışın iki doğal sonucu vardır. Birinci doğal sonuç, sömürge halklarının sömürgeci ülkelere karşı vereceği mücadele konusunda duyarsızlık ve hatta sömürgeci ülkenin desteklenmesidir. İkinci doğal sonuç, çalışma ve yaşama koşullarının aynılaşmasıyla, enternasyonalizmin (farklı ülkelerin işçilerinin kader ve mücadele birliği oluşturmasının) maddi koşullarının oluşması düşüncesidir.

Manifesto’da, burjuvazinin sömürgeler üzerindeki “olumlu” etkisi, burjuvazinin “tüm ve hatta en barbar ulusları da uygarlığa çekeceği” ve kapitalist ülkelerin tüm ulusları kendisine benzeteceği belirtilerek, şöyle anlatılıyordu:

“Burjuvazi, tüm üretim araçlarının hızlı bir biçimde geliştirilmesiyle, iletişim araçlarındaki çok büyük kolaylıkla, tüm ve hatta en barbar ulusları da uygarlığa çeker. Tüm Çin setlerini tahrip eden ağır toplar, ürünlerinin ucuz fiyatlarıdır ve bunlarla barbarların yabancılara yönelik inatçı nefretlerini teslim olmaya zorlar. Burjuvazi, yok olma cezası karşısında bıraktığı tüm ulusları burjuva üretim biçimini kabul etmeye zorlar; uygarlık dediği şeyi kendi içlerine sokmaya, diğer bir deyişle, onların kendilerini de burjuva olmaya zorlar. Tek bir ifadeyle, kendi görünümüne uygun bir dünya yaratır.”( Marx-Engels, “Manifesto of the Communist Party”, Marx-Engels, Collected Works, Vol. 6;488)

Bu durumun farklı ülkelerin halkları arasındaki farklılıkların ortadan kalkması üzerindeki etkisi de şu şekilde değerlendiriliyordu:

“İşçilerin vatanı yoktur. Sahip olmadıkları bir şeyi onlardan alamayız. (…) Burjuvazinin gelişmesine, ticaretin özgürlüğüne, dünya piyasasına, üretim biçiminin ve bunlara bağlı olarak yaşam koşullarının her yerde aynılaşmasına bağlı olarak, halklar arasındaki ulusal farklılıklar ve çatışmalar her gün daha fazla ortadan kalkmaktadır. Proletaryanın hakimiyeti bunların daha da hızlı olarak ortadan kalkmasına neden olacaktır. En azından önde gelen medeni ülkelerin birleşik eylemi, proletaryanın kurtuluşunun ilk koşullarından biridir.”

Bu değerlendirmelerin doğal sonucu ise, Manifesto’nun son cümlesidir: “Proleterlerin zincirlerinden başka kaybedecekleri bir şeyleri yoktur. Kazanacakları bir dünya vardır. Bütün ülkelerin proleterleri, birleşin!”

Bu tespit emperyalizm çağında geçerli değildir.

Marks ve Engels 1848 yılında bunları yazdıklarında sömürge dünyasına çok farklı bakıyorlardı.

Marx ve Engels, 1848 devrimlerinin yenilgisinin ardından bir iki yıl daha devrim beklediler; bu beklenti gerçekleşmeyince, umutlarını bir sonraki krize ertelediler. Marx ve Engels, 1850 yılı ortalarında yazdıkları bir yazıda bu beklentilerini şöyle ifade ediyorlardı: “Yeni bir devrim ancak yeni bir krizin sonucunda mümkündür. Ancak bu, bu kriz kadar kesindir.” (Marx-Engels, “Review”, Collected Works, Vol.10;510)

1780’lerde önem kazanan sanayi devrimi sonrasında kapitalizm, İngiltere nüfusunun giderek daha büyük bir bölümünü oluşturan işçi sınıfının çalışma ve yaşama koşullarını çok kötüleştirmişti. İşçi sınıfının geniş kesimleri de bu kötüleşmeye düzen içi veya düzen dışı, barışçıl veya radikal ve sert kitlesel eylemlerle tepki gösteriyordu.

Marx ve Engels için bu yıllarda İngiltere’de sosyalizme geçiş mümkündü. İşçi sınıfının İngiltere’de iktidara gelmesi, Avrupa’nın kapitalizmin geliştiği diğer ülkelerinde de işçi sınıfı iktidarının yolunu açacaktı.

Marx’ın dikkati İngiltere’ye ve Avrupa’nın diğer kapitalist ülkelerine odaklanmıştı. Bu ülkelerin sömürgelerinin bu devrimci süreçte bir rolleri yoktu. Sömürgelerin çoğu “tarihsiz”, geçmişte devlet kuramamış halklardan oluşuyordu. Asya ülkelerinde ise yüzlerce yıldır değişmeyen durağan yapılar vardı. 19. yüzyılda yeniden önem kazanan sömürgeci politikalar bu “tarihsiz” halkları çağdaş dünya ile ilişki içine sokacak, Asya’nın durağan toplumlarını sarsacak ve onları geliştirerek kapitalistleştirecekti. Bu halkları gerilikten kurtaracak olan da gelişmiş ülkelerde iktidara gelecek olan işçi sınıflarıydı.

Marx, kapitalizmin gelişim sürecini ve dinamiklerini kavrarken, 16. ve 17. yüzyıllarda kapitalizmin temel veya ilkel birikim sürecinde, sömürgelerin yağmalanmasından sağlanan büyük kaynakların önemine değindi. Şöyle yazıyordu: “Sömürgeler, gelişmekte olan imalat sanayisi için pazar oldu ve bu piyasadaki tekel durumu birikimi yoğunlaştırdı. Avrupa dışında doğrudan yağmalama, köleleştirme ve cinayetle temin edilen hazineler akın akın anavatana aktı ve orada sermayeye dönüştürüldü.” (Marx, Karl, Capital, Vol.I, Everyman’s Library, London, 1967;835)

Engels, 1847 yılı Ekim ayı sonlarında yazdığı “Komünizmin İlkeleri” yazısında kapitalizmin gelişmesinin tüm “yarı-barbar halkları” devrimcileştireceğini anlatıyordu. Engels’e göre, makinelerin kullanılmasıyla ucuzlayan ürünler, “tüm yarı-barbar” ülkeleri kendi içine kapalı yapılar olmaktan çıkaracaktı. “Böylece, Hindistan gibi, binlerce yıldır bir gelişme gösterememiş ülkeler tümüyle devrimcileşecekti ve hatta Çin bile şimdi bir devrime doğru ilerliyordu. İşler, bugün İngiltere’de icat edilen yeni bir makinenin, bir yıl içinde Çin’de milyonlarca işçinin işten atılması noktasına kadar gelmiştir. (…) Eğer bugün İngiltere’de veya Fransa’da işçiler kendilerini kurtarırlarsa, bu durum tüm diğer ülkelerde devrimlere yol açmalıdır ve bu da eninde sonunda bu ülkelerdeki işçilerin kurtuluşuna yol açacaktır.” (Engels, F., “Principles of Communism,” Marx-Engels, Collected Works, Vol.6;345)

Bu dönemin ütopyacı........

© Veryansın TV