Barış içinde birlikte yaşamak: ABD ve Çin |
Cem Gürdeniz yazdı…
Güney Kore Busan’da 29 Ekim 2025 tarihinde gerçekleşen Trump Xi buluşmasından sonra ortaya çıkan tablo gerçekte Çin ABD rekabetinde bir ateşkesi simgeliyor. Her ne kadar Trump, Çin ve ABD ikilisi için G2 benzetmesini kullanmış olsa da Çin tarafının dünyayı bu şekilde paylaşıma yönelik etki alanlarına bölme fikrine karşı. G2 fikrini ortaya ilk kez 2009 yılında bir makale ile atan Brzezinski bu yaklaşımı tipik bir emperyalist düşünce ekolü içinde yapmıştı. Çin, küresel yönetişime BM ve çok kutuplu bir anlayışla bakıyor. Çin-ABD mücadelesi henüz çözülmüş değil ve bu mücadelenin boyutları sanayi, teknoloji ve jeopolitik dengeler açısından çok daha büyük olacak. Bu durumda ABD, gerçekte 250 yıllık bir devlet olarak 3000 yıllık devlet geleneği olan bir devleti karşısına alıyor. ABD’nin tırmandırma stratejisi artık Çin üzerinde işlemiyor.
İkinci Dünya Savaşı bittiğinde ABD, Avrupa’da Sovyet ordularının de facto Berlin’e kadar ilerlediğini ve ardında 50 milyon kayıp bırakarak gelen bir devletin ancak Amerikan askeri gücünün Avrupa’daki varlığıyla durdurulabileceğini biliyordu. Normandiya Çıkarmasının en büyük nedenlerinden biri, Avrupa yarımadasının batısını ABD jeopolitiği açısından emniyete almaktı. 1945 Mayıs ayında Sovyet ve Amerikan (müttefik) orduları Berlin’de buluştu. Savaş bu sayede Avrupa’da tamamen sona erdi. Ancak Pasifik’te iş bitmemişti. Japonya’ya atılan iki Amerikan nükleer bombası, insanlığın ilk cehennem silahını ortaya çıkarmıştı. Bu bombalar yalnızca iki Japon şehrinde yaklaşık 200 bin kişinin ölümüne neden olmadı; aynı zamanda Sovyetlere güçlü bir mesaj da verdi: Avrupa ve Asya’da durmaları gerekiyordu.
1945 Mayısına kadar müttefik olan ABD ile Sovyetler Birliği artık eski jeopolitik ayarlarına dönüyordu. Zira Avrupa’nın batısından doğusuna ilerleyen Anglo-Amerikan güçleri liberal kapitalizmi, karşı yönden ilerleyen Sovyetler ise totaliter komünizmi temsil ediyordu. Anglo-Amerikan cephe için Avrasya’nın batı yarımadası mutlak surette Batı kontrolünde olmalıydı; Sovyetler içinse Vistül–Karpatlar hattı, Balkanlar ve çevresi kesin olarak Sovyet etki alanında kalmalı; Karadeniz, Pasifik, Baltık Denizi ve Kuzey Denizi hattı deniz ulaştırması açısından daima açık tutulmalıydı. Sovyetler, aynı zamanda finans kapitalist dünyanın çıkarlarını temsil eden ABD için hem ideolojik hem de jeopolitik bir düşmandı ve yenilmeliydi. Soğuk Savaş böyle başladı. Beraberinde büyük bir silahlanma yarışı da başladı. Artık Pandora’nın kutusu açılmıştı. Hiroşima’dan 4 yıl sonra Sovyetler de bombayı patlattı.
1953 yılında iki rakip sistemin barış içinde yaşamasının imkânsızlığı ve çatışmanın kaçınılmazlığını savunan Stalin’in ölmesi ile Sovyetler ciddi bir rota değişikliğine gitti. 1955 Cenevre Zirvesi, Soğuk Savaş döneminde Batı ile Doğu blokları arasında yaşanan ilk büyük yakınlaşma girişimlerinden biri olarak kabul edilir. Temmuz 1953’te Kore Savaşının bitmesi de bu süreçte önemli rol oynamıştır. 18–23 Temmuz 1955 tarihleri arasında düzenlenen zirvede ABD Başkanı Eisonhower ve Sovyetler Birliği Komünist Parti Genel Sekreteri ve Devlet Başkanı Kruşçev, ilk kez bir araya geldi. Zirvede özellikle Almanya’nın yeniden birleşmesi tartışıldı. Sovyetler Birliği birleşmiş bir Almanya’nın NATO’ya katılmasına kesin olarak karşı çıktı. Zirvede kesin sonuçlar elde edilemese de uluslararası ortamda gerilimi azaltan psikolojik bir ortam yarattı. Düşmanlar ilk kez doğrudan yüz yüze gelerek sınırlarını, korkularını ve çıkarlarını açık biçimde tartıştı. Cenevre ruhu, Soğuk Savaş’ın sıcak çatışmaya dönüşmeden yönetilebileceği, diplomasiyle bir denge kurulabileceği yönündeki umudu temsil ediyordu.
Kruschev, Cenevre Ruhunu ideolojik bir çerçeveye oturtarak, bir yıl sonra yani 1956 Şubat’ında yapılan 20. Parti Kongresi’nde ‘’Barış İçinde Bir arada Yaşama (Peaceful Co-Existence)” doktrinini resmen ilan etti. Her ne kadar Lenin zamanında ‘’Kapitalizm ve sosyalizm yan yana var olsalar da barış içinde yaşayamazlar; biri ya da diğeri eninde sonunda zafer kazanacaktır’’ demiş olsa da Kruşçev, ‘’kapitalist ve sosyalist blokların birbirlerini askeri yollarla yok etmeye çalışmadan, farklı toplumsal ve ekonomik sistemler olarak aynı dünyada rekabet edebileceği’’ fikrine dayanıyordu. İdeolojik mücadele bundan böyle savaş alanında değil, ekonomik, bilimsel ve diplomatik yollarla yürütülecekti. Jeopolitik mücadele batı ve doğu blokları NATO ve Varşova Paktları olarak fiziki sınırlar içinde kalmalıydı. Ancak bu doktrinin Sovyetler tarafından ortaya atılmasının bir nedeni sürekli silahlanma yarışının Sovyet ekonomisini ciddi şekilde zorlamasıydı. Barışçıl rekabet, sosyalist modelin ekonomik verimliliğini ispatlamak ve Batı’ya meydan okumak için daha sürdürülebilir bir araç olarak görülüyordu. Diğer bir neden, Sovyetler Birliği’nin uluslararası imajını yumuşatarak yeni bağımsızlığını kazanmış Asya ve Afrika ülkeleri nezdinde sempati kazanmak istemesiydi. Bu çerçevede batı içindeki komünist ve sosyalist hareketleri, sendikaları ve barış örgütlerini destekleyerek ideolojik nüfuz alanını genişletmek hedefleniyordu.
Barış içinde bir arada yaşama doktrinine en büyük zararı İngiltere, Fransa ve İsrail verdi. Doktrininin ilanından 5 ay sonra ABD’den gizli bir şekilde Mısır’a Süveyş Kanalı Bölgesine asker çıkardılar. Bu hamle Cenevre’de bulunan BM Güvenlik Konseyi’nin iki daimî üyesinin ABD arkasından dahi jeopolitik çıkarları için planlama yaptıklarını ve ilk kez dünya sahnesinde Siyonizm’in jeopolitik cephede aktör olarak kullanıldığı gerçeğini ortaya çıkardı. Bu kez 1956 Kasım ayında Kruschev Sovyet karşıtı öğrenci ayaklanmalarının başladığı Macaristan’a Sovyet tanklarını soktu. Jeopolitik satranç başlamıştı. Bu olaydan 6 yıl sonra bu kez Küba Füze krizi ortaya çıktı. Türkiye’ye yerleştirilen Amerikan Jupiter füzelerine karşılık Sovyetler de Küba’ya Sovyet füzelerini gönderdiler. İki nükleer güç 1962 ekim ayında karşılıklı çatışma aşamasına geldiler. Amerikan Başkanı J.F. Kennedy sayesinde çatışma önlendi.
14 Ekim 1964 tarihinde Brejnev yeni Sovyetler Birliği Başkanı oldu. Bu döneme Yumuşama damgasını vurdu. Bu siyaset “barış içinde bir arada yaşama” doktrininin diplomatik ve kurumsal biçime bürünmüş haliydi. Yumuşama 1969–1979 yılları arasında ABD ile Sovyetler Birliği arasında gelişen, iki süper gücün doğrudan çatışmadan kaçınarak ilişkilerini dengeye oturtma politikasını ifade eder. Bu dönem, ideolojik düşmanlığın sona erdiği bir barış süreci değil, nükleer savaş tehlikesinin farkına varan iki sistemin rekabeti kontrollü biçimde sürdürme girişimiydi. 1969’da ABD bu politikayı dış politikanın merkezine yerleştirdi. Aynı dönemde Sovyet lideri Leonid Brejnev de benzer şekilde istikrarlı bir uluslararası ortamın Sovyet ekonomisine nefes aldıracağını düşünüyordu. Bu dönemde taraflar doğrudan diplomatik temaslar kurarak nükleer silahların sınırlandırılması ve Avrupa güvenliği konularında önemli adımlar attılar. 1963’te imzalanan Kısmi Nükleer Deneme Yasağı Antlaşması (PTBT), 1972’de SALT I (Stratejik Silahların Sınırlandırılması Antlaşması), 1975’te ise Helsinki Nihai Senedi bu dönemin dönüm noktalarıydı. Aynı zamanda ABD’nin Çin Halk Cumhuriyeti ile diplomatik yakınlaşması (1972 Nixon–Mao görüşmesi) Sovyetler üzerinde stratejik baskı kurarak üç kutuplu bir denge yarattı. ABD’nin Çin ile yakınlaşması Sovyetleri Asya’da farklı rotaya itti.
Yumuşama, 1979’da Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgali ve aynı yıl ABD’de Jimmy Carter yönetiminin sertleşmesiyle sona erdi. Bu iki gelişme, Soğuk Savaş’ın “barış içinde bir arada yaşama” ve “yumuşama dönemini fiilen bitirdi. 1979 sonunda Afganistan’ın işgali, Sovyetler açısından 20. yüzyılın Vietnam’ı haline gelirken; 8 ay önce İran’da Şah rejiminin yıkılması ve ABD’nin bölgedeki en önemli müttefikini kaybetmesi, Washington açısından “kenar kuşak” (rimland) jeopolitiğinde dev bir gedik açtı. ABD, bu jeopolitik kaybı telafi etmek için çevreleme (containment) stratejisinin........