Tarih İnsana Ne Öğretir?

1.

“Ulu kadı Ebu-Saad el-Haravi, sarıksız, kafası matem işareti olarak kazınmış bir şekilde,
el-Müstazhir-Billâh’ın geniş divanına bağırarak girer. Peşinde genç yaşlı bir sürü yoldaşı
vardır. Bunlar onun her sözünü gürültülü bir
şekilde onaylamakta ve tıpkı onun gibi, kazıtılmış kafanın altında haşmetli bir sakaldan
meydana gelen tahrik edici bir görüntü sunmaktadırlar. Sarayın önde gelenlerinden birkaçı onu sakinleştirmeye çalışır, ama onları
horlar bir şekilde iten kadı salonun ortasına
doğru kararlı bir şekilde ilerler, sonra kürsüsünden konuşan bir vaizin coşkulu hitabeti içinde, mertebeleri hiç dikkate almaksızın herkese birden nutuk çeker:

“Suriye’deki kardeşlerimizin deve eğeri veya
akbabanın midesinden başka oturacak yerleri yokken, siz bir çiçek gibi uçarı bir hayatın içinde, huzurlu bir güvenliğin gölgesinde uyuklamaya nasıl cüret ediyorsunuz? Ne kadar çok kan döküldü! Ne kadar çok güzel kız, tatlı çehrelerini utançtan elleriyle örtmek zorunda kaldı! Yiğit Araplar hakarete alıştılar mı ve kahraman İranlılar şerefsizliği kabul mü ettiler?”

Arap vakanüvisler, bu “gözleri yaşlarla dolduracak ve kalpleri coşturacak bir söylevdi” diyeceklerdir. Konuşmayı duyan bütün oradakiler iç çekmeleri ve ağlamalarla sarsılmışlardır. Fakat el-Haravi onların hıçkırıklarını istememektedir.

– “Kılıçlar savaş ateşini canlandırdığında, insanın en kötü silahı gözyaşı dökmektir” der.

Eğer Şam’dan Bağdat’a Suriye çölünün dur
durak bilmeyen kızgın güneşinin altında üç
uzun yaz haftası boyunca yolculuk yaparak
geldiyse, bunun nedeni merhamet dilenmek
değil de, İslamiyet’in en üst yetkililerini inananların üstüne çöken afet konusunda uyarmak ve onlardan katliamı durdurmak üzere
zaman kaybetmeden işe müdahale etmelerini
istemektir.

El-Haravi, “Müslümanlar hiç bu kadar aşağılanmadılar, ülkeleri bundan önce hiç bu kadar vahşice perişan edilmedi” diye tekrarlayıp
durmaktadır. Ona eşlik edenlerin hepsi, istilacı
tarafından yağmalanan kentlerden kaçmıştır;
içlerinden bazıları, Kudüs’ten kurtulabilen çok
az sayıdaki insanların arasında yer almaktadırlar. El-Haravi, bunları bir ay önce yaşadıkları dramı bizzat anlatsınlar diye yanında getirmiştir.(1)

Müstazhir-Billâh, Haçlıların Kudüs’ü, Filistin’i
işgal ettikleri dönemde, Abbasi halifesidir.
Selçukluların siyasi birliğinin dağılmasını ve
kardeşler arası taht kavgalarının ortaya çıkmasını, bölgedeki diğer Müslüman unsurların
hepsinin birbirleriyle husumet içerisinde olmasını fırsat bilen Avrupa, Haçlı Seferi düzenleyerek Filistin ve Kudüs’ü işgal etmiştir.

Avrupa’dan toplanıp gelen Haçlılar, uzun bir
kuşatmadan sonra Kudüs’ü ele geçirmiş, işgal sırasında yaşananlar şehir halkını olağanüstü etkilemiştir. Kadı el-Haravi’nin yanında gelenler, Kudüs’teki katliamdan kaçmayı
başaranlardır. Haçlılar şehri ele geçirdiğinde
erkekleri, kadınları ve çocukları öldürmüş, evleri yağmalamış, ibadethaneleri talan etmiştir.
Günlerce süren katliam sonrası Kudüs’te tek
bir Müslüman bile kalmamıştır. Binlerce insan
sokaklarda, kan gölleri içinde cansız bedenleriyle uzanıp yatmaktadır. Katliam sonrası hayatta kalabilenler ise, cesetleri gömmek imkânı dahi bulamamış, ıssız bir yerde üstü üste
yığarak yakmak zorunda kalmıştır.

Haçlıların bu zulmüne dur demesi ve kendilerine yardım etmesini istemek için, Trablusşam
–şimdiki Lübnan– Emîri Fahrülmülk İbn Ammâr
501 yılında (m. 1108) Bağdat’a gelip halifeden
Haçlılara karşı yardım istediyse de bu yardım
gerçekleşmemiştir. Üç yıl sonra Suriye’nin
çeşitli şehirlerinden gelen bir heyet ağlayıp
feryad ederek cuma namazının kılınmasına
engel olur ve Haçlılara karşı acil yardım talebinde bulunur. Halife Müstazhir bu olaya çok
öfkelenir ve olaya katılanların şiddetle cezalandırılmasını ister.(2) Kadı El-Haravi, Haçlılara karşı yardım talebinde bulunanların lideri konumundadır. Fakat Müslümanları temsil eden Abbasi Halifesi Müstazhir-Billâh bu taleplere karşılık vermemiş, Haçlıların zulmüne sessiz kalmıştır. Oysa her ne kadar siyasi karışıklıklar olsa da, Kudüs’ün çevresi Müslüman devletler tarafından kuşatılmış bir haldedir. Abbasi Devleti, Fatımiler, Selçuklular, Gazneliler,
Trablusşam’da hüküm süren Ammâroğulları Emirliği, Haçlıların Kudüs’ü işgali sırasında birer devlettir.

İslam dünyası Haçlıların Kudüs’te yaptığı katliamı yüzyıllarca boyunca unutamayacaktı.
Haçlılar ise 461 yıl sonra Kudüs’e girdiklerinde görülmemiş bir vahşet sergilediler. Tarihçi Fulcherius, “Bizim şövalyelerimiz ve yayalar, Arapların canlıyken iğrenç boğazlarından
yuttukları altınları bağırsaklarından çıkarmak,
için bunları öldürür öldürmez karınlarını deştiler. Adamlarımız ellerinde kılıç şehirde dolaşıp
kimseyi canlı bırakmadı. Merhamet dileyenleri
bile öldürdü. Halkın evlerine girip ne buldularsa aldılar. Zengin veya fakir olsun girdiği eve
sahip olacak ve binanın içinde buldukları da
kendisine ait olacaktı. Bu şekilde birçok fakir
insan zengin oldu.” sözleriyle bu vahşeti dile
getirmiştir.

Kudüs’e giren Haçlılar zincirden boşanmış deliler gibi yollarda, evlerde, camilerde bulunan
herkesi erkek, kadın, çocuk demeden öldürdüler. Sabah saatlerinde, Mescid-i Aksâ’ya sığınmış olanlar kılıçtan geçirilmişti. Bu katliamın
görgü tanığı olan tarihçi Raimundus eserinde,
aynı sabah bu mabedlerin bulunduğu mahalleye giderken cesetler ve dizlerine kadar çıkan kan birikintileri içinden geçmek zorunda
kaldığını yazmıştır. Kudüs’te Müslümanların
yanında bulunan Yahudiler ise, Haçlıların şehre girmesi........

© Venhar Haber