Kehribar |
Bazen insanın içine, günün hiç umulmadık bir yerinde bir durgunluk çöküyor. Sanki bir kapı aralanıyor da içeriden serin bir hava vuruyor yüzüne. Bu anlarda dışarıda olan biten hâlâ sürmektedir... Telefon titrer, sokaktan bir korna sesi geçer, bir bardak masaya konur, bir cümle yarım kalır. Senin içinde bir şey, o gürültünün arasından incecik bir ip gibi çekilip gelir ve şunu fısıldar:
“Bak.” İşte o “bak” dediği yerde çoğu zaman çok eski bir şey durur. Daha doğrusu eski demek bile tam oturmaz. Çünkü eskimemiş görünür. Üzerine yıllar yağmış, mevsimler kapanıp açılmış, hayat kaç defa yön değiştirmiştir; yine de o şey aynı yerde, aynı biçimde kalmıştır. Kıpırdamamış gibi. Sanki zaman ona uğramamış, onu yoklamamış gibi. Hayatta bazı şeyler var; üstünden yıllar geçiyor ama hâlâ oradalar. Unutulmuş değiller. Hatta bazen en beklenmedik anlarda kendilerini hatırlatacak kadar canlılar. Sadece donmuşlar...
Size kehribardan bahsetmek istiyorum. Kehribar çoğu kişinin aklında bir taş gibi yer eder: Sarı, bal rengi, sıcak, güzel. Takılır, taşınır, ışığa tutulur.
“Ne hoş” denir. Kehribar yalnızca bir taş değildir aslında. O, bir zamanlar akmış bir şeydir. Bir ağacın içinden sızan reçine… Bir yaradan çıkan şifa, bir kırılmadan doğan koruyucu gibi. Ağaç, gövdesinin bir yerinde çatlayınca ya da kabuğunun altında bir yer incinince reçine yola........