Saraydan ayrılıp eski kulübeme geldim, güya istirahat edip üzerimdeki yorgunluğu atacaktım...
Behlül: - Bu Divane’nin ziyan olmasına, yitip gitmesine seyirci kalmadınız, bana ne demediniz. Müteşekkirim, çok borcum var çook! - Sağa sola savurmadım değil mi Behlül’üm? - Hayır! Yazın kavurucu sıcaklarında bile "Gel evladım! Ne kadar terlemişsin…” dedin, bağrına bastın. - Daha ileri gitme! Unuttuğum şeyleri sayma Behlül!.. Kalktı yanıma geldi. “Hadi içeri geçelim” dedi, serin suların aktığı çeşmenin yanına götürdü. Nefis bir yayla havası vardı. Sıkıntılarım hepten buharlaşıp uçmuştu. Her nedense ağlamak geldi içimden. Acıdan değil, huzur ve saadetten ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. Daha önce yaptığı gibi yine önümde dizlerinin üzerine çöktü, iki eliyle yeniden ellerimi avuçlarına aldı. Şefkatle bakıp, merhametle siliyor, yanaklarıma doğru süzülen billurdan tanecikleri. O damlalar, kızgın sac üzerine düşmüş de cos diye bir ses çıkarmadan kalbimi ferahlatmıştı. Ne güzel hediyelerdi onlar; bütün acılarımı,........