İtalyanların “Arabo”, Fransızların “Arabesque” dedikleri arabesk “Arap tarzıdır” aslında. Sadece müzikte değil, mimari ve tezyinatta da kullanılır, mesela Endülüs El Hamra’da. Klasik Batı müziğinden kaçanlar Mısır limanlarına sığınır Ümmü Gülsüm’e takılırlar. Ziya Gökalp Diyarbakırlı olmasına rağmen “doğu müziğini” hastalıklı, yeknesak ve irrasyonel (akıl dışı) bulur, reis-i cumhuru da tesiri altına alır. Cumhuriyetin ilk yıllarında (Rumeli Türküleri hariç) Türk ezgileri yasaklanır, çok sesli Batı müziği dayatılır.
1925’te tekke ve zaviyeler kapanır, naatlar, ilahi ve mersiyeler de kalkar rafa. İnönü ise Beethovan hayranıdır, Senfoni Orkestrasının Alman şefi Hermann Scherchen bunu bilir, DilTCF konserlerinde Bonn-Viyana arasında gezinir ısrarla. “Millî Şef”imiz yurt gezilerinde hoparlörden klasik Batı müziği çaldırtır mutlaka. Hatta bir ihtiyara sorar “nasıl ama?” -Valla paşam Sivas Sivas olalı böyle zulüm görmedi daha. Devlet radyosu 6 Mayıs 1927’de yayına başlar. Mikrofonlar Türk müziğine kapatılır. Sağda solda şarkı (şarka dair) ve türkü (Türk’e has) icra edenler polis marifetiyle toplatılır. Radyolarda tango ve Amerika’dan getirilen caz plakları dönmeye başlar.
CAZZ YAPMA!
Şoförler de “cazz yapma” der, Kahire’ye bağlanırlar. Dinleye dinleye Arap ezgilerine aşina olurlar, Mısırlı Münire ve Ümmü Gülsüm’ü tanımayan kalmaz. TRT âdeta ayağına sıkar, sadece akşamdan akşama açılır, ajanstan ajansa…
Bilahare sanayii çarşıları, tekstil atölyeleri kafa tutar baskıya. Artık DP dönemidir, “höt” diyemezsin vatandaşa. Otobüs ve minibüs şoförleri de arabeske bağlar, Çankaya himayesindeki melodilere kulak tıkarlar.
70’li yıllarda Unkapanı patlar, art arda kasetçiler açılır, kolonlar sokağa taşar. Çocuk uyuyormuş, hasta varmış kimin umurunda? Sabah işe gideceksin dolmuş teybi bombardımanda. Hele bi durun yaa, uyanamadık daha. Arabeskçiler kendi aralarında üçe ayrılırlar. Samsunlular Orhancı, Adanalılar Ferdici, Urfalılar Müslümcüdür ekseriya. Birbirlerine mesafelidirler, “babalara” toz kondurmazlar. Maarif Vekâleti arabeske savaş açsa da, rejimin Avrupa’dan arakladığı parçalar gençleri açmaz.
GEL DE AĞLAMA
Derken efendim hadise besteyi güfteyi aşar, hayat tarzı hâline gelir varoşlarda. Bilhassa köyden şehre inenler arasında ağlak, ezik, isyankâr bir nesil peydahlanır. İtilmişliğin, kakılmışlığın, yalnızlığın acısını yaşarlar. Daima küskündürler, eşe dosta, anaya babaya, konu komşuya… Zaten onları kimse anlamaz, eşinden, işinden müştekidirler, düzen tutturamazlar. Delikanlıdırlar aslında, fedakârlık damarları kurumamıştır daha. Hem külhani, hem yufka yüreklidirler, ağlamaktan ağlatmaktan hoşlanırlar. Hâl böyle olunca çocuk sesleri prim yapar. Küçük bilmem kim “garibim yetimim” diye hıçkırdıkça salya sümük mendil ararlar. İkiii gozüüüm iki çeşmeee…. Ağlama yâr... Dertliler ve âşıklar da melodiye kapılır kar beyaz saçlarını yolarlar. E olacağı budur, sen 10 Kasımlarda el kadar bebelere kara kara urbalar giydirir, dürte dürte mızıldatırsan. Ağıt medeniyetimizde yoktur oysa. Sonra “ağlangaçlı filmler” çekilir, rengârenk afişler........