Mizan / Kaybolan İç Sesimiz

"Okumak; modern dünyanın ruhsal haritasında, insan olma çabasında anlamlı bir yolculuğa çıkmaktır."

​Değerli okurlar,
​Günümüzde bilgi akışının baş döndürücü bir hızda ve yoğunlukta olması düşünme, anlama ya da bir diyalog kurma alışkanlığımızı zayıflatıyor olmasında asıl sorunun; insan beyninin sadece hazıra alışması değil de, içsel derinliğini keşfetmek için gereken sessizliği ve sabrı kendimize çok az tanımak olduğunu, bilginin niteliğindeki bu dönüşümün ise insanlığın manevi kaybı olduğunu düşünüyorum.

​Blaise Pascal¹, "İnsanlığın tüm sorunları, kişinin tek başına bir odada sessizce oturamamasından kaynaklanır." derken, acaba o sessizlikte kendimizle karşılaşmaktan korktuğumuz için, dikkatimizi ekranların gürültüsüyle boğuyor olabilir miyiz?

Her ne kadar, basit bir aritmetik işleminde bile zorlanan, dikkati parçalanmış, sabırsız bir zihnin; okuduğunun derinliğine dalabilmesi zor olsa da, T.S. Eliot’²ın bir sorusunun, bugün hiç olmadığı kadar anlamlı olduğu da kuşkusuzdur. Diyor ki;

"Bilgide kaybettiğimiz bilgi nerede? Bilgelikte kaybettiğimiz hayat nerede?"

​Eliot’ın 'Koro’dan Rock’a' şiirinde dillendirdiği bu trajik dönüşüm, modern zamanların en büyük paradoksunu özeti olsa gerek. Yani, Bilgelik → Bilgi → Enformasyon.

​Elimizde enformasyon dediğimiz teknik veri ve haber yığınları gani ama hayatı anlamlandıran bilgiye dönüşmüyor. Daha da vahimi, ahlaki derinlik ve anlayış anlamına gelen "bilgelik" de giderek kayboluyor. Esasen batı toplumu için, teknolojik ilerlemeyi ruhsal ihtiyaçların önüne koyarak araçsal aklın esiri olmadı diyebilir misiniz? Araçlar dediğimiz teknoloji, veri vb. amaçlara yani bilgeliğe, iyi yaşama hükmetmeye başlamadı mı? İnternet ve sosyal medya bu patlamayı yaratırken; derin düşünce, eleştirel analiz ve bilgelik arayışımız geri planda kalmıyor mu?

​Özetle; daha çok şey "biliyor" ama daha az anlıyoruz. Daha çok veriye sahipken, daha az hikmetliyiz ki, bu kaybolan iç sesimizin ardındaki en büyük boşluk olmalı...

Modern hayatın parçalanmış, iletişimsiz imgeleri de adeta insanın tereddüdünü, sosyal kaygısını ve eylemsizliğini zihnimize ve yüzümüze vuran bir ayna gibi...

​Peki bu gidişatın önüne nasıl geçebiliriz? Beynimizi yeniden faal hale getirmek için ne yapmalıyız? Bu soru, hepimizin omuzlarındaki en ağır sorumluluk olmalı diyerek;

​Çözüm, karmaşık teorilerde değil de basit ve günlük pratiklerde yatıyor ve bu yolda en büyük engelimiz ise zamanın avuçlarımızdan kayıp gitmesidir. Seneca'³nın dediği gibi: "Yaşamayı öğrenmek bir ömür sürer; en çok şaşıracağınız şey ise, ölmeyi öğrenmenin de bir ömür sürdüğüdür." Gerçekten dikkatimizi ekranlara kurban ederek yaşamayı değil, sadece vakit öldürmeyi öğreniyoruz.

Bu nedenle;
​İnsanların günlük dilinde, kendi dertlerinde kendilerini görmelerini sağlamalıyız. Mesela, onlara "doğru soruları" sordurmakla başlasak ve cevapları dikte etmek yerine soru sorduran metinler inşa etsek, o insan kendi içinde bir cevap aramaya başlamaz mı? Bu arayışın da zihni faal hale getiren en güçlü mekanizma olduğunu bilmeliyiz.

Yine kısa,........

© Toplumsal