Ey Kızılcık Şerbeti, aşk her şeyi affeder mi?

İstediğimiz kadar direnelim yakayı kurtaramadığımız bol şerbetli bir psiko-dizi toplumsal gerçeğimiz var. Yapış yapış olup elimize avucumuza bulaşana kadar ‘gerçeği’ sündürüp grotesk bir Müge Anlı vakasına (Esra Erol da olabilir) çeviriyor dizi yapıcılar.

Kan kusup kızılcık şerbeti içip evli kalması beklenen bir mütedeyyin genç kadının var oluş mücadelesiyle başlayan bu dizi çok sevilmişti. Hala da seviliyor. Zira dizi bizim memleketin politik kaderinin keşmekeşi içinde debelenen kadınların aslında gündelik halini oldukça sakil bir politizasyonla işliyordu. Sakil makil, alışveriş yaptığı marketin rengine kadar siyasi sermayenin (yeşil mi değil mi) hayatlarımızda gündem maddesi olduğu bir toplumda yine deniz manzaralı evlerin zenginleri de olsa malum sakinler (ki burda da kimsenin fakir görmeye tahammülü yok) seyirciye itici gelmemişti. Bilhassa kadınlara. Zira ‘kadın olmak’ demek bu topraklarda illa ki bir zaman bir tas kızılcık şerbeti içmek demekti.

Dolayısıyla dizi kadınlar üzerine kurulu. Ve ilk bölümlerde tüm gözler, bağrına taş basan iki dünürün üzerindeydi. Biri üç kuşak aynı evde yaşayan çağdaş Kıvılcım Hanım ailesi ve yeni İslami zenginleri çokça çağrıştıran Pembe Hanım ve ailesi. Oysa esas gümbürtüyü koparan Nursema’nın maruz kaldığı vahşetti. RTÜK mafyöz dizilere gösterdiği şefkati Nursema’ya........

© Tele1