menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Günlük yaşamda sınıfsal eşitsizliğin göstergeleri: Pencereler

20 9
30.11.2025

Diğer

T24 Haftalık Yazarı

30 Kasım 2025

Güneş herkes için parlar
Ama onlar için parlamaz

Onlar ki madenlerde çalışırlar
Onlar ki balık pulu ayıklarlar

Onlar ki fabrikada geçirirler pazarları bayramları

Onlar ki denizi hiç görmemişlerdir
Onlar ki ufuk mavisine gönül bağlamışlardır

Jacques Prevert (1900-1977)

Neredeyse hiç kimsenin okuma-yazma bilmediği bir Anadolu köyünde, 1950’lerde öğretmenlik yapan Mahmut Makal köylülerin kendisine gelen gazete ve dergileri elinden nasıl kapıştıklarını anlatır [1]. Gazete ve dergiye ilgi çoktur. Tıpkı köyün gencecik öğretmeni gibi köylüler de gazete ve dergilerin yeni sayılarının köye ulaşmasını dört gözle beklerler. Özellikle de Varlık ve Köy Postası gibi büyük boyda olanlara ilgi fazladır. “Aman gazete, öğretmen efendi” diye elinden çeke çeke alırlar. “Çocuklar kırılacak soğuktan.”

Köylüler bu gazete ve dergileri, duvarda küçük birer delikten ibaret olan ve kışın kuru ayazında soğuğu içeriye almaktan başka bir işe yaramayan pencerelerini kapatmak için kullanırlar. Cam nedir bilmezler. Çul, çaput ellerine ne geçirirlerse duvardaki bu ‘deliklere’ tıkarlar. Ancak öğretmenin ve onunla birlikte süreli yayınların köye gelmesiyle gazete ve dergileri keşfederler. “Filanca yapıştırmış da biz de heves ettik…” diye duyan gelir. Hem delikleri bunlarla kapatmak “hani biraz da kibar” oluyordur.

Işığından çok soğuğunu ‘gördükleri’ duvardaki bu delikleri köylüler mümkün olsa belki de büsbütün kapatırlar da kapatamazlar. Çünkü bir canlı türü olarak, havaya ve gün ışığına mecburlar.

Duvarda bir delik olarak pencerenin tarihi bu yüzden o dört duvarın, yani evin kendi tarihiyle özdeştir. Doğanın yıkıcı etkilerinden korunmak üzere, milattan önce 10 bin yıllarında evi icat eden insan, o dört duvarla birlikte ve onunla eş zamanlı olarak işte bu delikleri de icat etmiştir.

Ama o delik bir kez icat edilince/açılınca, pencerenin geri kalan tarihi artık o deliğin nasıl kapatılacağının tarihidir.

Duvardaki deliklerden birbiriyle uyumsuz iki temel beklenti vardır; havayı ve gün ışığını geçirmeli fakat soğuğu uzak tutmalıdır. Bu amaçla, tarihteki ilk delikler/pencereler şeffaflaştırılmış hayvan derileri, yağlı kâğıt veya ince kumaş gibi ışığı kısmen geçiren malzemelerle kaplanmıştır.

Bugün pencereyle özdeşleşen saydam cam ise ötekilere kıyasla oldukça yenidir. Camın bu kullanımına ilk olarak MS 1. yüzyılda Romalılarda rastlanır. Bu ilk örnekler, bildiğimiz rafine camlar da değildir. Kalın, bulanık ve dahası, büyük parçalarda üretilemediği için ancak küçük küçüktür. Işığı geçirmeye geçirir, fakat dışarıyı göstermez.

Camlı pencerelerin Avrupa’da yaygınlaşması çok sonraya, neredeyse 12. yüzyıla rastlar. O dönemde cam üretimi hem zor hem de son derece pahalıdır. Bu nedenle yalnızca kiliseler, manastırlar ve zenginlerin pencereleri camlıdır. Sadece ayrıcalıklı bir kesimin erişebilmesinden ötürü bu camlı pencereler, evin işlevsel bir özelliği olmanın ötesine geçer ve gücün, zenginliğin ve toplumsal hiyerarşinin en belirgin sembollerine dönüşür. Penceresinde camı olan maddi, manevi ve ilahi bakımdan camı olmayandan ‘üstündür’.

17. yüzyılda cam üfleme tekniklerinin gelişmesiyle cam kullanımı kademeli olarak artar. Buna karşın, üretimi halen zor ve pahalıdır. Küçük parçalar halinde üretilip, pencere açıklığına göre mozaik şeklinde birleştirilir. Ve ancak çok zenginlerin gücü yettiğinden, zenginliği ve statüyü simgelemeye devam eder[2].

Cam üretim teknolojisi ilerleyince camlar da ucuzlar. 18. yüzyıla gelindiğinde Avrupa’da artık hemen her ev camlı pencerelere sahiptir. Bu arada, herkesin erişebildiği bir nesne fark atma/farkı gösterme kapasitesini kaybedeceğinden camlı pencere de bir statü göstergesi olarak itibarını yitirir.

Duvardaki delikleri ışığı geçirgen bir şekilde kapatan ve böylelikle esasında içerisini gün ışığına açan camın ardındaki yüzlerce yıllık teknoloji tarihine karşın, endüstriyel ilerlemenin kalbi İngiltere’de 19. yüzyılda fakat tersine bir yönelim başlar ve pencereler bir bir kapanır. Nedeni havaya veya gün ışığına olan ihtiyacın azalması değildir, fakat onların vergilendirilmesidir. Zira, artık ne hava bedava ne gün ışığı bedavadır!

Bilindiği gibi, devletler gelirlerini yoktan var etme kapasitesine sahip aygıtlardır. Bu gelirin adı vergidir. Tarihte örneği boldur, devletler ihtiyaç duydukça çeşit çeşit vergi çıkarır.

Bunlardan biri de askeri ve diplomatik harcamalarla birlikte o sırada aşırı artan saray giderlerini de karşılamak üzere 1696 yılında İngiltere’de yürürlüğe giren Pencere Vergisi’dir. Pencere ile servet arasındaki ilişkiyi resmileştiren bu adım, bir evdeki pencere sayısıyla ev halkının servetini doğrudan orantılı sayar. Ve gün ışığı ve hava, böylelikle vergilendirilebilir ‘lüksler’ haline gelir.

Pencereyi vergilendiren bu uygulama tuhaflık bakımından tarihte eşsiz değildir. Devletler bunun gibi daha pek çok yaratıcı gelir kaynağı bulmuştur. Baca sayısı (Baca Vergisi-1662), duvarlarda kullanılan tuğla sayısı (Tuğla Vergisi-1784), iç dekorasyonda duvar kâğıdı kullanımı (Duvar Kağıdı Vergisi-1712) ve hatta evde bir duvar saatine sahip olmak (Saat Vergisi-1797), örneğin, vergiye tabidir. Vergi yüzünden evlerinde bir saat bulunduramayan insanların saati sokaktaki esnaftan sordukları bilinir.

Işık ve Hava Vergisi olarak da bilinen Pencere Vergisi modern emlak vergilerinin öncüsüydü. Mantığı basitti, bir evin ne kadar çok penceresi varsa sahibi o kadar zengindi. Sahip olunan gündelik malların serveti doğrudan belirlediği bir toplumda pencereleri, bacaları veya tuğlaları saymak makul bir refah ölçüsü gibi görünüyordu. Bu nedenle, pencere sayısına dayalı bu yeni vergiyle adil olunacağı, güncel bir ifadeyle çoktan çok, azdan az alınacağı ve sonuçta yoksullara önemli bir yük getirilmeyeceği iddia ediliyordu. Oysa sonuç tam tersiydi. Fazladan en küçük bir maliyeti bile karşılayamayan yoksullar vergiden kaçınmanın yollarına baktılar. Ve mümkün olan her yerde pencerelerini tahtalarla kapatmaya başladılar.

Ama verginin en vahim sonuçları asıl 19. yüzyılın ilk yarısında görünür. Sanayi yükselişe geçmiş, fabrikaların çevresinde giderek büyüyen bir kentli yoksul sınıf, işçi sınıfı ortaya çıkmıştır. Sanayi işçileri genellikle ucuz ve kalabalık bloklarda yaşar. Her blok bütün pencereleriyle tek bir konut olarak kabul edilir ve pencere vergisinin yükü doğal olarak ev sahibine düşer. Bu yükümlülüğe karşı ev sahipleri kiraları arttırma yoluna gider. Ama işçi ücretlerinin düşüklüğünden ötürü bu pek de mümkün değildir.

Sonuçta, vergiden kaçınmak için geriye tek bir ‘çare’ kalır ve ev sahipleri servetlerinden değil ama servetlerinin bir ölçüsü olan pencerelerinden ‘feragat edip’ işçi bloklarındaki pencerelerini tahtalar çaktırmak veya tuğlalar ördürmek suretiyle kapattırmaya başlar. İşçi sınıfı mahallelerindeki pencereye benzer her açıklık, en küçük bir havalandırma deliğinden ızgarasına kadar, mümkün olan her yerde böylelikle işçi sınıfının üzerine kapanır.

İşçilerin evleri de artık temiz hava ve gün ışığına hasret kaldıkları fabrikalarının bir uzantısıdır. Ve artık ne hava bedava, ne gün ışığı bedavadır!

Pencereler yoksulların üzerine kapanırken, üst sınıftan seçkinler vergiyle birlikte prestiji artan ve yeniden gösteriş nesnesine dönüşen pencerelerini, ayrıcalıklı statülerini ve zenginliklerini sergilemek üzere ‘açmaya’ başlarlar. Büyük pencere büyük vergi anlamına geldiğinden, evlerine daha büyük ve daha çok pencere eklerler[3].

Pencerelerin........

© T24