Bırakın da yoksulluğumu, beni yoksullaştıranları getirin! |
Diğer
T24 Haftalık Yazarı
23 Eylül 2025
Yoksulluk utanılacak bir şey midir? Yoksulluk bir utançsa, bu utancın sebebi nedir? Geçmişten şimdiye, geleneksel ve modern kültür, yoksulluğun bir utanç kaynağı olduğu konusunda anlaşır gibidir. Ama sebebine gelince, her biri kendine göre bir açıklama getirir.
Japon folklorunda, örneğin, yoksulluğun sebebi Yoksullar Tanrısı’dır. İnsan biçimli bu tanrı, evlere gizlenir. Ve gizlendiği evlere yoksulluk getirir. Masalın çeşitlemeleri vardır. Yaygın bir çeşidinde, eskici Gohei derme çatma bir kulübede tek başına yaşıyordur[1]. O kadar yoksuldur ki evlenip bir aile bile kuramamıştır. Ne giyecek doğru düzgün bir giysisi, ne de yiyecek bir şeyi vardır. Yılbaşı gelmiştir. Hava dondurucu ayazdır. Ağzına koyacak bir lokması olmaması bir yana, hiç değilse biraz ısınsa iyi olacaktır. “Azıcık odunum olsa…” diye düşünür. Yoktur. Aklına, döşemenin tahtalarını söküp yakmak gelir. Ama daha ilk tahtayı kaldırmıştır ki altından küçük, yaşlı bir adam çıkar. Gohei şaşırır. Düş gördüğünü sanarak gözlerini ovuşturur. "Beni tanımadın mı?” der adam. “Ben, Yoksullar Tanrısı’yım.” Tanrı, uzun zamandır Gohei’nin evinde yaşıyordur. “Ama senin yoksulluğun artık bana bile fazla geliyor” der. Ve ayrılmaya karar verir. Ayrılmadan önce, fakat onca zamanın hatırına beraber bir şeyler içmek ister. Oysa Gohei’nin ikram edilecek bir damla içkisi bile yoktur. Halinden utanır. Ve ağlamaya başlar.
Yoksulluğunun sebebi Yoksullar Tanrısı olmasına karşın, Gohei, ona ikram edecek bir şeyi olmamasından ötürü utanır. Bu ise, sebebi ne olursa olsun yoksulluğun utanılacak bir şey olduğu fikrini besler. Sebebi tanrı olabilir. Ama utanç, yoksula aittir!
Gencecik bir köy öğretmeni olarak Mahmut Makal’ın gördüğüne sadık, yalın bir dille anlattığı 1950’lerin köy yoksulluğunda da benzer bir ‘utanç’ işbaşındadır. Ülke nüfusunun çoğunluğunun köylerde yaşadığı bir zamandır. Makal’ın Varlık Dergisi için yazdığı notlar 1950’de Bizim Köy[2] ismiyle kitaplaşınca, doğal olarak dikkatleri üzerine çeker. Ve köylülerin yoksulluğu bir anda bütün çıplaklığıyla görünür olur. “Altı toprak, üstü toprak evlerde” soğuktan donan, kışı kuru ekmekle geçiren ve çocukları açlıktan ölen köylüler fakat bu ‘görünürlükten’ memnun değildir. “Tükendiyse benim un tükendi!” derler. “Benim paçamdaki bitten ne ister?” diye sorarlar. “Biz şunun şurasında zor kıt geçinelim diyoruz, o da gidip bizi elalemin içinde rezil ediyor!”
Bu utanç, öte yandan, ne masalsı zamanlar ne de 1950’lerin köylü toplumuyla sınırlıdır. ‘Askıda ekmek’ için sıra bekleyen bir annenin ‘utancı’ zira günümüzde bir istisna değildir. Derme çatma eşyalarından utanıp, arkadaşlarını eve çağıramayanları öğrendiğimiz güncel saha araştırmaları da bunu destekler[3]. Ve yoksulluk günümüzde bir utanç olarak deneyimlenmeye devam eder.
Yoksul olmak ‘utanılacak’ bir şeyse de bilindiği gibi yasak değildir. Yasak değil fakat utanılacak bir şeyse, peki görünürlüğü neden ‘yasaklanır’? Belki de doğru soru, o halde, bu yoksulluktan asıl kim utanır?
Yoksulluk bir ‘itibar’ meselesidir. Devletlerin itibarı vardır. Ve o itibarı korumanın yolu, yoksulluğu ortadan kaldırmak değilse, bu ‘ayıbı’ inkâr etmektir. Antik medeniyetlerden modern ulus-devletlere, tarih bunun örnekleriyle doludur. Yoksulluk bardaktan taşana kadar inkâr, bardaktan taşıp görünür olunca ‘idare’ edilir.
Bir iktidar için yoksulluktan çok, bu yoksulluğun görünürlüğü bir tehdittir. Ve her iktidarın bu tehdidi inkâr ve idare yöntemi farklıdır. Antik Roma’da örneğin, yoksullar karınların doyurulup eğlencelerin düzenlendiği “ekmek ve sirk (bread and circuses)” festivalleriyle yatıştırılırdı. Yoksulluğu ahlaki bir kusur sayan Ortaçağ Avrupası’nda yoksullar hak eden ve hak etmeyen olarak ikiye ayrılır, böylelikle yoksulluk ‘bölünerek’ idare edilirdi. Dullar, yetimler ve yaşlılar, örneğin, dilenmeleri ve yardım istemeleri normal karşılanan, yardımı hak eden yoksullardı. Hak etmeyenler, yani bütün öteki yoksullar ise ‘tembel ve aylaktı’. Yoksulluğun hak eden/etmeyen şeklinde ontolojik bir kategoriye indirgenmesi de bu idarenin bir parçasıydı. Hak etmeyen yoksulluk, deyim yerindeyse, yoksulun ‘etinde’ vardı. Ve tıpkı eve yerleşen Yoksullar Tanrısı gibi, günün birinde kendiliğinden evden ayrılması dışında, ondan kurtulmak mümkün değildi.
Başka bir örnek 19. yüzyıl İngiltere'sinden. Ülke hızla sanayileşirken, kentler işçi mahalleleriyle dolup taşıyordu. İşçiler sağlıksız koşullarda, sağlıksız beslenip, sağlıksız bir hayat sürüyordu. Bir yandan da yoksulluğun görünürlük savaşları başlamıştı. Görünürlüğün mücadele alanlarından biri istatistikti. Görünürlük, devletler için sorumluluk anlamına geldiğinden, istatistikle ‘savaş’ daha ilk günden istatistik kadar önemliydi. Devlet ve egemen sınıflar yoksulluğu düşük göstermeye çabalarken, reformcu Charles Booth sokak sokak gezerek 17 yılda tamamladığı, yoksulluk ve eşitsizliğin ilk renk-kodlu haritasında (color-coded map) yoksulluğun ‘rengini’ çıkarmış ve Londra’nın üçte birinden fazlasının yoksul olduğunu, sağlıksız koşullarda yaşadığını, yanı sıra yoksul mahallelerinin hastalık saçtığını kanıtlamıştı. Böylelikle görünür olan yoksullar, halk sağlığı ve kentsel iyileştirme adı altında ‘göz önünden alınmaya’ ve mahalleleri şehir dışına taşınmaya başlamıştı. Bugün hala İngiltere’de bu mahallelerin izlerini görmek mümkündür. Tıpkı benzer bir kaderi yaşayan Balat ve Fener gibi rengârenk, tarihi evleriyle turistik bir kasaba olan Saffron Walden’ın birkaç sokağı, örneğin, eski bir işçi mahallesidir. İşçiler, evlerin sağlıksız olduğu ve yıkılacağı gerekçesiyle çıkarılıp, şehir dışına taşınmış oysa daha........