"Solitaire" umut ya da "Solidaire" umut!

Diğer

13 Nisan 2024

(Bu yazım, bu umut yani, Galatasaray Lisesi Mezunlar Derneği dergisi Sultanî'nin son sayısında çıktı. Esasen içinde yıllar boyu her durumdan sakınılmış, her durumda korunmuş o umut var! Bayram biterken size de ikram etmiş olayım.)

"Umutsuz dünyanın umudu, son umudu; insanlar, tüm canlılar, tabiat ve kardeşlik adına, mümkünse "enternasyonalist" hissiyatla isyan edebilen, el ele, yürek yüreğe, akıl akla, duygu duyguya, öfke öfkeye kardeşleşebilenlerdir.

Onlar orada, şurada, burada mevcuttur…

Onlar az, bazen çok az olsa da, umudun birazı bile biraz umuttur!"

Bu parça geçen 24 Ekim'deki "Dünya umut verici bir yer olabilir mi?" başlıklı yazımın sonu. Makale umutla başlamamıştı ama umutla bitti.

Sanırım hayatımın özeti de bu. Ve hayattan anladığım da bu.

En acı, en trajik, en kötü şeyleri görmeye, aktarabilmeye çalışmak ama onlara rağmen insanlara, en azından bazı insanlara dair umudu diri tutabilmek.

Çünkü her ikisinin sebepleri de çok açık:

İlki elbette güncel, çünkü her gün üzerimize sökün ediyor, umursamaz değilsek. İkincisi daha ziyade tarihsel. Çünkü ne tarihin bütün kötülükleri sadece bizim üzerimize sökün etti, ömrümüzün içine etti… Ne tarih onca kötülük içinde eli kolu bağlı durdu. Ne de tarih bizden, ömrümüzden ibaret.

Umudun, ama toplumsal umudun, insana dair umudum özü tarihseldir.

Tarihle düşünmediğinde ya umutsuzluğa ya umursamazlığa ya da "kişisel gelişim"e saplanabilirsin.

O yüzden "psikoloji, psikiyatri" belki umutsuzluk yaralarını tamir etmeye çalışır ama "felsefe, hele tarih bilgisi ve bilinciyle donanmış felsefe" umudun köklerini taşır, yapraklar solmuş olsa bile o köklerin yürüyebileceğini anlatır.

Bahsettiğim, Dickens'ın kitabının adıyla, elbette hakiki "Great expectations" yani büyük hikâyelere, tarihin akışını, o anki bakışını değiştiren umutlara dair.

Yoksa çocuk umutlarımız vardı, çocuksu umutlarımız oldu, umut ettiklerimizin bazıları oldu, bazısı hiç doğmadı bile, ümidimiz oldu, ümidimiz de gülün minesi de soldu.

12 yıl yatılı okuduğum Galatasaray Lisesi yatakhaneleri bilhassa, hayaller ile umudun birbirine karıştığı, bazen sığındığı yerdi. Sınıflar bunu bilgiyle bütünleştirebiliyorsan, biraz oydu işte. Alanlar, koridorlar, bahçe ve sokaklar ise umudun omuz omuza dair bir şey olduğunu anlatıp duruyordu.

Son sınıflar, hele 12, umudun sıçradığı, edebiyatla, şiirle, teoriyle, eylemle dolmak üzere kapıyı çaldığı dönem oldu.

Sonrasında üniversitedeyken sendika, belediyeler birliği, meydanlar, sokaklar, eylemler, kitaplar, hareketlilik; kayıplara, acılara, korkulara rağmen umudun bile kendinden epeyce umutlu olduğu yıllardı.

44 yıldır gazeteciyim. Yönettiğim sayfalar ve gazeteler, kullandığım haberler, attığım manşetler hep "umut" adına; kirli, haksız, adaletsiz olanın farkındalığına katkı amacını taşıdı çoğunlukla.

Bu sürenin yarısından fazlasında ise köşe yazısı yazdım, yazıyorum; onlar da böyle. Taradığımda öyle çok yazımda "umut" var ki; kelime olarak da, hissiyat ve ifade halinde de.

Ve hemen hepsi aslında umutları çalınan, bastırılmak istenen insanlara dair. Umut ne kelime; hayatları canlı ya da cansız gasp edilmişlere dair.

Öyle… Çünkü umut kendinden menkul değil ki. Neyin haksız, neyin adaletsiz, neyin hakkaniyetsiz olduğunun farkındalığı........

© T24