Tansu Kırcı ile taşın hatırladıkları ve hatırlattıkları: Taşın Belleği sergisi

Diğer

Konuk Yazar

10 Kasım 2025

Tansu Kırcı

Onun eserlerini ilk gördüğünüzde büyük bir yapının maketine bakıyormuşsunuz gibi hissediyorsunuz. Sütunlar, merdivenler, dar geçitler, yarıda kalan duvarlar, bilinçli bir kırık hissi ve mermerin içinden süzülen ışık…

Tansu Kırcı, milyonlarca yıllık taşın içinde bir coğrafyanın ve insanlığın hafızasının izini takip ediyor. 1999 depremi ve felsefeyle örülü düşünsel arka planı, mermerden inşa ettiği bu bitmeyen mekânlara sızıyor. Taş onun için hem etik hem poetik bir başlangıç noktası: geçmişi taşıyan, bugünü sorgulayan bir varlık.

Kırcı, 13 Kasım’da Balat’taki Haliç Sanat’ta (Fener Evleri), İBB Miras ve İBB Kültür iş birliğiyle açılacak yeni sergisinde, mimari fragmanlar, geçiş alanları ve yarım bırakılmış formlar üzerinden kente, hafızaya ve varoluşa bakıyor. Yıllarca metruk kaldıktan sonra restore edilerek Haliç Sanat’a dönüştürülerek taşın belleğiyle kentin belleğinin iç içe geçeceği bu mekandaki sergi 15 Şubat’ta kadar ziyaret edilebilecek.

Sergi öncesi kendisiyle, sanatına ve bu yolculukta ona eşlik eden malzemesi mermere dair konuşma imkânı bulduk.

Mermerle yolculuğunuzun tesadüfle başladığını, sonra sizi bambaşka bir yere taşıdığını söylüyorsunuz. Üniversite yıllarından bugünlere bu süreci sizden dinleyelim mi?

İzmitliyim. Çocukluğum orada geçti. 99 depremini de orada yaşadım. Küçüktüm, altı–yedi yaşlarındaydım. Fakat özellikle sonrasındaki süreç, o yıkıntı kent, yıkıntı binalar hafızamda yer etmiş durumda.

Yıllar sonra üniversitede mekân, kent, bina kavramlarıyla ilgilenmeye başladığımda fark ettim ki, çocukluğumun o kırık şehir görüntüsü hep aklımdaymış. Aslında bugünkü üretimlerimin ilk kıvılcımı o yıllarda atılmış.

Üniversitenin ilk iki senesinde çok odaklı olduğumu söyleyemem. Dağınık, kendimden emin ama aslında pek de bilmeyen bir Tansu vardı. Sonra üçüncü sınıfta çok önemsediğim bir sanatçıya asistanlık yaptım; o dönem benim için bir kırılma noktası oldu. Kendi cehaletimin farkına vardıkça öğrenmeye daha çok açıldım. Çünkü insan “biliyorum” dediği anda kendini kapatıyor. Benim için bilmenin koşulu bilmediğini fark etmek.

Dördüncü sınıfta atölye dersinde yıl sonu sergisi için bizden bir kavram seçmemiz istendi. O zamanlar da İzmit’in o yıkık kent görüntüsü hep aklımdaydı. Mekân, kent ve bina üzerine bir metin yazdım, sonra o metinler işlerime dönüştü. Aslında bugünkü üretimlerimin ilk kıvılcımı aslında 99 depreminde atılmış.

Okulu bitirdim, yüksek lisans için Marmara’yı kazandım. Fakat o dönem pandemi başladı, evlere kapandık; kısıtlı imkanlarla İstanbul’da tek başıma kaldım. Evdeydim. Uzaktan eğitim vardı. Üretemiyordum. Farklı şeyler denedim. Tuval yapmayı denedim. Farklı materyallerle çalışmayı denedim. Ortaya çıkan denemeler beni tatmin etmedi. Üretemedikçe daha çok okudum. Felsefeye ağırlık verdim. Felsefeyi sanatın mutfağı olarak görüyorum. Sistemli düşünemeyen birinin sanatını bilinçli bir zemine oturtabileceğine düşünmüyorum. O dönemde işlerimi de bu teorik arka plana yaslamaya başladım.

Pandemi sonrası bir arkadaşımın önerisiyle bir mermer ocağındaki sanat programına başvurdum. Orada ilk kez olanaklı bir biçimde, istediğim ölçekte taşla çalışma imkânı buldum. Deneyerek, risk alarak, hata yaparak bugünkü dile evrilen yapıların temelleri orada atıldı.

Mermer, antik dönemden bugüne hem sanatın hem mimarinin en eski malzemelerinden biri. Bugün de birçok sanatçı bu malzemeyle çalışıyor. Sizin mermerle bağınızı özel kılan diğer noktalar nedir?

Aslında ilk başta sebep çok basitti. Mermer kolay ulaşabildiğim malzemeydi. Üniversitede metal ya da ahşapla........

© T24