Hukukun gözünde “kesinlikle geçersiz duruşma”ların insanlarımıza yaşattığı çileler
Diğer
15 Ağustos 2024
Cumhuriyetimiz, otuzlu yaşlarda.
1961 staj yılı ve bir duruşma oturumu.
Türkiye’nin en büyük illerinden birinde yargıçlık stajımı yapıyordum.
Ağır ceza mahkemesindeyim.
Yargıçların hepsi kadın.
Cezaevinden birini getirdiler. Günyüzü görmeyen teni, kahverengimsi bir renge bürünmüştü adamcağızın.
Hüt dağı gibi şişmiş dosyaya bakıldı ilkin.
Mahkemenin beklediği yanıt gelmemişti.
Savcı, “Beklensin” dedi.
Dâmgâhtaki (cezaevi) sanık, saygıdan uzak, kaba saba bir tavırla savcıyı göstererek:
"Orada oturan bir başka bey, dört yıl önce idamımı istemişti. Artık dayanamıyorum. İdam edecekseniz bu işi bir an önce bitirin!” diyerek yanıtladı.
İlkin şaşırmış, daha sonraları bu sözde duruşma ve oturumu üzerinde çok durmuş, durdukça da kahrolup çarpılmıştım!
Sadece üç bin yıl önce Hitit'lerde değil, kural olarak, yasalarını aldığımız bütün ülkelerde, yoksul Afrika ülkelerinde bile, tek oturumda yapılıp bitirilen o duruşma (Ceza Yargılama Yasası [CYY], m. 190/1), sözüm ona o duruşma, görkemli cübbeleriyle kürsülerinde oturan yargıçlarca bir başka oturuma ertelendi.
Sanık ise ağzından memesi alınmış bir bebek gibi, başını eğerek jandarmaların arasında duruşma salonundan çıkıp gitti.
O anda da çarpılmıştım!?.
Demek, bu sanık, ben, fakültenin ikinci sınıfındayken tutuklanmış; bu arada ben, fakültemi bitirmiş, askerliğimi yapmışım. O ise, tutuklandığı günlerden bu yana ölüm cezası tehdidiyle yargılanıyor, her gün “Beni ne zaman asacaklar!?” korkusu, kaygısı içinde yaşayıp gidiyordu.
Duruşma oturumundan sonra dava dosyasını incelemiştim. İlk oturumda sanık, ikinci oturumda tanıklar dinlenmiş, daha sonraki oturumlarda ise çeşitli işlemler yapılmış, her oturuma değişik yargıçlar katılmıştı.
Elbette ahlaksal ve hukuksal değerlerin taşıyıcısı ve haksızlığı dışlama bilincinde olan yargıçlar, herkesin güvendiği, Kant’ın tanımıyla “iç mahkememiz”i, Juvenalis’in benzetmesiyle “içimizde gizli kırbaç taşıyan cellat”ı, yani değerlerin sesi olan “VİCDAN”ı doyuran, ahlaki temelde gelişen hukuka göre adaleti gerçekleştirmek zorunda olan insanlardı.
Öyleyse ölüm cezası ve tehdidiyle yargılanan biri, yargılama sürecinde, özellikle de duruşma aşamasında hukukun haklarla ve özgürlüklerle donatılmış, John Rawls’un (1921-2002) deyişiyle “toplumsal kurumların birinci erdemi” sayılan adalet beklentisi içinde bulunan bir hukuk öznesi miydi, yoksa nasıl olsa ölecek gözüyle bakılan sıradan bir kurban adayı, bir araç mıydı?
Yargılanan kişi gerçekten bir “hukuk öznesi” ve yapılan işlem de gerçekten bir “duruşma” ise bu duyarsızlık, bu mesleki yozlaşma nasıl bir gerekçeyle açıklanabilirdi?
“Cezaevi” her şeyden önce hiç kuşkusuz bir hukuk terimidir; cezaların yerine getirilmesi (infaz) hukuku alanında yer alan bir kavramdır.
Ne var ki bu terim, bu kavram, çok yozlaşmıştır, Türk uygulamasında. Çünkü bu terim, bu kavram, Kafka’nın “Gregor Samsa”sı gibi, zaman içinde bir tür kulak çekme, hatta ders verme böceğine dönüştüğü için halk dilindeki gerçekçi karşılığı, çok uzun yıllardan bu yana “zindan” (karanlık yer) ya da “dâm”dır (tuzak).
Nitekim bizim kültürümüzde bu nedenle azılı suçluların yattığı dâmları el altından yöneten bir “dâm ağası” bile vardır.
Acaba bu sanık, suç işlediği için mi bir cezaevinde yatıyordu, yoksa bir iftira nedeniyle “dâm”a, yani tuzağa mı düşürülmüştü?
İşte bu düğümü çözmekle yükümlü yargıçlar, birkaç yıldan beri bu görevlerini bir yana bırakmışlar, duruşmayı ertelemek için hukuksal gerekçeler değil, saçma bahaneler aramaktaydılar.
Bu davayı izleyenler üzerinde en azından bu izlenimi bırakıyorlardı.
Ve ben hukukçuluğumdan utanmış, kahrolmuştum.
Elbette bu drama bugün bile başkaldırmaktayım, her anımsadığımda da kahrolmaktayım.
Bu yüzden beynimde uyanan soruları sorduğum görevdeki kıdemli hukukçular, söylediklerimi ya yadırgamışlar ya da bunlara “Sen neler diyorsun be adam?” yahut da “Hadi canım sende!” havası içinde gülüp geçmişlerdi.
Bense bu olayı, ömrüm boyunca hiç unutamamış, insanlarımız adına yanıp ağlamışımdır.
Ne var ki, dünden bugüne durum hiç değişmemiştir. Aynı sahnelere bugün de tanık olmakta ve hâlâ ağlamaktayım.
Halkımızın deyişiyle “yüzünden düşen sinek kırk parça” olan o ciddi görünümlü, aslında ise, Atatürk Türkiye’sinin çağcıl (moderne) yüzü olması gereken kadın yargıçlarına “Çabuk karar verin. Doğru karar verirseniz on sevap, yanlış karar verirseniz bir sevap kazanırsınız” ya da........
© T24
visit website