Hukukun gözünde "kesinlikle geçersiz duruşma"ların insanlarımıza yaşattığı çileler - V

Diğer

20 Ağustos 2024

Yineliyorum. Yargılama yasalarını aldığımız ve hukuklarından esinlendiğimiz Batı dünyasında, kısaca bu hukukun uygulandığı bütün dünyada duruşmalar, tek oturumda ya da ertesi günlerde bitirilir, duruşmaya katılan yargıçlar ise asla değişmezler; değişemezler. Eğer değişirlerse özellikle duruşmada taraflarla ve kanıtlarla doğrudan ilişkiye geçmesi ilkesi başta olmak üzere duruşmanın olmazsa olmaz ilkeleri çiğnenmiş, adli yanılgı olasılığı çok yükselmişi demektir.

Bu hukuka aykırılığın yaptırımı ise, yineleme pahasına belirteyim ki, bütün dünyada, bu yazıların başlığında vurgulandığı üzere, "kesin geçersizlik"tir (mutlak butlan, nullité absolue, nullità assoluta).

Öyleyse geliniz, yargılama etkinliğinin ve bu etkinlik içinde yer alan en önemli aşaması olan duruşma kavramının özünü kavrayıp özümsemek için, yargılamanın, özellikle de duruşma aşamasının dayandığı temel felsefe üzerine biraz eğilelim.

Bilindiği gibi evrenin özünü, değişmezlik düşüncesiyle açıklayan tözcü (cevherci, substantialiste) düşünürler, özellikle Thales, su; Anaximandros, töz (cevher); Anaximenes, hava olduğunu savunurlarken Herakleitos (MÖ. 540-480) bu tözü, "aynı akarsuda iki kez yıkanılmaz," "her şey akar" (panta rhei, tout s'écoule) ya da "aynı ırmağa girenin üzerinden her zaman başka sular akar" biçiminde özetlemiş, dolayısıyla evrenin, etkin karşıt güçlerin çatışmasına ve de dengesine dayandığını belirtmiş; yüzyıllarca sonra G. Wilhelm Friedrich Hegel'i (1770-1831), sezgiciliği savunan Henri Louis Bergson'u (1859-1941) ve mantıksal olguculuk akımı ve Viyana çevresi içinde yer alan Alfred North Whitehead'i (1861-1947) etkilemiş; bunun sonucunda da "süreç felsefesi," anlayışı düşünce dünyasının odağına yerleşmiştir.

Son çözümlemede, felsefi açıdan en geniş anlamıyla süreç, düşüncenin belli bir sonuca ulaşacak biçimde art arda dizilişini, olgu ya da olayların yahut da fenomenlerin belli bir düzenin bulunduğu izlenimini verecek biçimde sıralanmasını, duruk (durağan, değişmez, statik) olmayan ve sürekli dönüşüm içinde bulunan gerçekliğin sergilendiği hareketliliği, belli bir bütünlüğü ya da birleştirici bir ilke olan değişimler dizisini anlatmakta, bu kapsamıyla başlayıp biten yaratıcı bir gelişmeyi, daha doğrusu bir süreci vurgulamaktadır.

İşte özü açısından yargılama başlayıp biten bütünlüğü içinde bir "SÜREÇ"tir ve bu sürecin doruk noktasına ulaştığı aşama ise, hiç kuşkusuz "DURUŞMA"dır.

Ne var ki, ülkemizde uzun süre bir biçim, yöntem olarak algılanan yargılamanın, dolayısıyla duruşma aşamasının bu özü, hukuk dünyasında bilimsel açıdan çok geç anlaşılmış; ülkemiz uygulamasında ise, hemen hemen hiç algılanamamış, gözetilmemiştir.

Özetle günümüzde yargılama, anatomide koşulların bütünlüğü içinde ele alınan ve gerçekten kendi özgücüne (otodinamik) yaslanan diyalektik ve canlı bir süreçtir. Bu süreç, tıpkı doğada dalında olgunlaşan meyvenin kendiliğinden yere düşmesi, düştükten sonra yeniden ağaca dönüşmesi ya da bir tohumun fidan olarak toprakta boy vermesi, daha sonra da doğal yaşamını doldurup çürümesi ve yeniden toprağa döndükten sonra fidan olarak yaşamaya başlaması gibidir. Bu süreçte her şey, var olmak için birbirine bağımlıdır. Dolayısıyla her nesnenin (şey) varlığını, o varlığı belirleyen, işte bu süreç olgusudur.

İşte ister özel hukuk, ister kamu hukuku alanında olsun, her türden yargılama etkinliğinde, bu diyalektik süreç, uyuşmazlıkla birlikte doğmakta, duruşma aşamasının sağladığı karşıtlıkların diyalektiği ve, son çözümlemede, karşıtlıkların birliği ile doruk noktasına ulaşmakta, kurulan yargının yerine getirilmesiyle de sona ermektedir.

Oysa Türk uygulamasında vurgulamak gerekir ki, duruşma, meyvenin fırtınanın etkisiyle düşmesi ya da bir başkasınca koparılması, ağacın biri tarafından kesilip kullanılması, bundan masa yapılması gibi mekanik mi mekanik bir el atmaya dönüşmüş, yörüngesinden ve doğal yatağından ve akışından bütünüyle saptırılmıştır.

Dolayısıyla yargılama ve duruşmayı bu sapmadan kesinlikle kurtarmak zorundayız. Zira gerçekliğin (realite) süreklilik sergileyen dinamik yapısıyla yargılama süreci, ilk bakışta karmaşık görünse de, evrelerden ya da aşamalardan oluşan, zaman açısından tutarlı bir birliktir, bütünlüktür. Dolaysıyla "yargılama süreci"nin somut bir yapısı ve biçimsel bir çerçevesi bulunmaktadır.

Yukarıda değinildiği üzere, bir kez daha özenle belirtmek gerekir ki, özel hukuk alanında da yargılama elbette bir süreçtir. Nitekim yargılama, varlık bilimi (ontoloji) açısından, kuşkuya dayanan bir uyuşmazlıkla (dava açmakla) başlamakta; hüküm kesinleşinceye değin yaşamakta, yaptırımın yerine getirilmesiyle sona ermektedir. Bu süreçte ise yargılama, hiçbir zaman kesin, mutlak doğrunun ardında koşmamaktadır. Çünkü yargılamanın ulaştığı doğru, birden çok makamın diyalektiği ve birden çok öznenin etkin katılımı, iletişimi, diyaloğu ile gerçekleştirildiğinden ortaklaşadır (kolektif); yapıbilimsel (morfolojik) temelde gelişir, yine birden çok canlı organizmadan oluşan bir bütündür ve de her zaman görelidir.

Bu nitelikler birlikte ele alındığında ise, her yargılama etkinliğinin amacı çarpıcı biçimde ortaya çıkmaktadır: "Besbellilik" noktasına ve doyumuna (işba) ulaşmak.

Özetle yapıbilim açısından yargılama, sıradan bir oluş değil, diyalektik oluşlar sürecidir. Dolayısıyla yargılama etkinliği, aynı doğrultuda asla bir yöntemler, biçimler, usuller (prosedür) bilgisi olarak algılanan bir "düzenekçilik," dolayısıyla çoğu zaman ülkemizde sanıldığı gibi, asla kesinlikle bir "biçimcilik" değildir.

Bu diyalektik oluşlar süreci olmanın sonuçlarına gelince, yargılama, Foschini'nin vurguladığı üzere çözümleyici yaklaşım açısından "hukuksal konumlar"dır; işlevi açısından "duruk, durağan, değişmez bir yapıdır ve süreç"tir; hukuksal ilişkiler açısından ise "etkin bir yapı ve süreç"tir; hukuksal işlemler açısından ise, "devinimsel bir yapı ve süreç"tir.........

© T24