Hukukun gözünde “kesinlikle geçersiz duruşma”ların insanlarımıza yaşattığı çileler -X

Diğer

26 Ağustos 2024

Daha önceki yazılarda dile getirilenlerin ışığında ilk yapılacak etkinlik açıktır, bellidir ve yalındır: Tek yargıçlı mahkemede yargıç, çok yargıçlı mahkemede ise başkan, yalnızca iddianameyi (hukuk davasında davacının ya da vekilinin dava dilekçesini) okumalı, ancak önyargı oluşmaması için dosyanın tamamını asla incelememelidir. Eğer incelemek gerekiyorsa, güvendiği yazmanlardan biri yahut da stajını yapan bir hukukçu, dosyayı inceleyerek ulaştığı sonuçları, duruşma yargıcına ya da başkana özetlemelidir.

Bu incelemenin sonucunda eğer keşif yapılması, bilirkişi incelemesi vb. gerekiyorsa, ilkin bunlar tamamlanmalı, daha sonra da, bütün bunların tartışılması amacıyla yasanın kullandığı terimle “duruşma,” Batı dillerinde geçen terimle “tartışma” (débat, dibattimento) aşamasına geçilmelidir.

Davacılar, davalılar, mağdur(lar), sanık(lar), kısaca taraflar, tanıklar ve gerekiyorsa bilirkişiler vb. çağrılarak başlayan duruşma, yani tartışma, bilimsel yapıtlarda ayrıntılarıyla anlatılan ilkelerine göre yürütülerek tek oturumda bitirilmeli, karar verilmelidir.

Tıpkı yasalarını aldığımız, bizim gibi aynı yasaları alan ülkelerde görüldüğü gibi.

Demek, duruşma yapmak, asla duruşmaya katılanların kimler olduklarını ve isteklerinin ne olduğunu tutanaklara geçirmek değildir. Çünkü tutanağı yazmanlar düzenler, yargıçlar değil. Bu görev ve yetki, çok önemlidir. Bu nedenle yargılama hukuku, tutanak yazmanlarının da, yargıçlar gibi, reddedilebileceklerini benimsemiştir.

Yargıç, elbette önemli gördüğü bir konu olduğu zaman tutanak yazmanını uyararak o konuyla ilgili söylenenlerin de tutanağa geçirilmesini, unutulmamasını sağlayacaktır.

Ülkemizde duruşma etkinliğinin her zaman böyle yapıldığı söylenemez. Yargılama, özellikle de duruşma konularında eksiklerimiz, günahlarımız çoktur.

Bu eksikler, günahlar üzerinde dururken adalet tarihinin bizlere iletilerini de hiç unutmayalım.

Evet, yargısal (adli) yanılgılar, “Dreyfus” davaları, efendiler, hemen her ülkede yaşanmıştır yaşanmasına.

Ancak her ülkede bu türden yanılgıların üstüne yürüyen babayiğit Binbaşı Picquart’lar, “Suçluyorum!” diye haykıran büyük Emile Zola’lar sık sık ortaya çıkmamıştır (Zola, Emile, J’accuse, la vérité en marche, Paris, 1965.)

Tam bu noktada bir ayraç açmak isterim.

Güvenilirliği dünyaca bilinen Fransız gazetesi Le Monde, şubat ayında eski cumhurbaşkanlarından François Mitterrand’ın büyük reformcu ünlü adalet bakanı ve Eski Anayasa Konseyi Başkanı Robert Badinter’in (1928-2024) ölümünü ve bunun üzerine Fransız Cumhurbaşkanının Bordeaux’ya gittiğini, ölüm cezasının ve barış dönemlerinde Devlet Güvenlik Mahkemelerinin kaldırılmasını, yeni ceza yasanın yapılmasını, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne bireysel başvuru hakkının tanınmasını sağlayan, ayrıca “hukuk toplumbilimi” uzmanı Prof. Irène Théry’ye göre, bilimsel açıdan ortak yaşama öncülük etmiş olan Badinter’in ünlülerin mezarı olan Panthéon’da yerini alacağını duyuruyordu (Le Monde, 15 Şubat 2024).

Çünkü Fransız Cumhurbaşkanına göre, Badinter, “Yüzyılın bir figürü, cumhuriyetçi bir vicdan, Fransız ruhu”ydu.

Öte yandan Türk basınının yeterince ilgilenmediği Badinter, bizim için de çok önemli bir hukukçu düşünürdü. "Fransa 1915 Ermeni soykırımını açıkça tanır" diyen Yasa’ya, “Parlamento mahkeme değildir, dolayısıyla bu yasa, Anayasa’ya aykırıdır” (Le Monde, 14 Ocak 2012) diyerek karşı çıkmış; hem Senatodaki oylamayı, hem de bu yasayı iptal eden Anayasa Konseyini (AYM) de çok etkilemişti.

Ayrıca şu nokta da hiçbir zaman unutulmamalıdır: Ne zaman bir yargısal yanılgıdan söz edilse, ilk akla gelen örnek, “Dreyfus Davası”dır. Nitekim “Büyüklük olmadan Fransa olmaz” diyen General de Gaulle bile, anılarına kendi kuşağının Fachoda’nın yitirilmesi, toplumsal uyuşmazlıklar, dinsel ayrışmalar ve de Dreyfus Davası ortamında yetiştiğini belirterek başlamıştır (Mémoires de Guerre, l’Appel, 1940-1942, Paris, 1954, s. 5, 6.)

Evet, herkese sesleniyorum ve diyorum ki, geliniz, her şeyden önce duruşma anlayışımızı A’dan Z’ye gözden geçirelim, “yargıç değişikliği nedeniyle eski tutanaklar okundu” gibilerden aldatmacalarla, safsatalarla kendimizi kandırmayı bir yana bırakalım.

Efendiler, Türk yargıçları, savcıları, avukatları, asla hiç kimseye öykünemezler. Çünkü onlar, sadece ahlaksal temelde gelişip oluşan, herkese açık ve ilkelerine göre yapılan yargılama, duruşma hukukunun buyruğundadırlar.

Üstelik o hukukun doğru uygulanması konusunda şerefleri, eved en yüce değerleri üzerine ant içmişlerdir.

Bu yüzden onlar, varoluşları hukukun doğru uygulanmasına bağlı olan hukuk kurumlarını ve hukuksal yetkilerini asla çirkinleştiremezler, kötüye kullanamazlar.

Dolayısıyla hiç kimse kendisini aldatmaya kalkışmasın.

Kalkışırsa, ortaya uygulamamızdaki gibi, yalnızca hukuka aykırı bir yargılama ve duruşma uygulaması çıkmaz; Türkiye’nin “Avrupa Birliği”ne girmesi bir düş olup çıkar.

Bütün bunları birlikte düşündüğümüzde “Zamanımızda bir kuşak, bilginin cezalandırıldığı ve bilgisizliğin mutluluk olduğunu öğrenerek yetişiyor. Bir sonraki kuşak, bilgisiz olduklarını bile bilmeyecek, çünkü onlar, bilginin ne olduğunu bilemeyecekler" diyen ABD kurgu yazarı Ursula Kroeber Le Guin haklı mıydı yoksa Türkiye’deki hukuk uygulamasını hiç duymamış mıydı diye düşünmekten kendimizi alamıyoruz.

Evet, efendiler.

Bireysel yararları bir yana bırakırsak yukarıda değinilen yargılamalarda, duruşmalarda, davalarda ortaya çıkan bütün olağan dışılıklar, çarpıklıklar, ülkemizde hemen hemen her davada her gün herkesin gözü önünde yaşanmakta, böylelikle davalar, sadece hukuksal boyutlarını değil, etik boyutlarını da yitirmektedir. Bunu yapanların mesleklerini dürüstçe ve hukuka uygun ve de hukukun gerçekleşmesi için yapacaklarına ilişkin şerefleri üzerine ant içmeleri ve de bu çarpıklıklara uygulanan yaptırımlara gelince, bunlar, ne yazık ki, bu ülkede yetersiz kalmaktadır.

Bu nedenlerle de hemen hemen her dava, Türkiye’de aynı alınyazısını yaşamaktadır.

Üstelik davalı vekillerinin müvekkillerinin hükümlülükleriyle sonuçlanacağını kesinlikle kestirdikleri davalarda, çoğu zaman salt yargılama, üstelik de bütün dünyada tek oturumda biten duruşma aşamasının süresini aylarca, hatta yıllarca uzatmak, alınyazısını olağan yörüngesinde saptırmak için başvurdukları apaçık belli olan çarpık istekleri için, sözgelimi, en çok birkaç gün yeterli iken, duruşmanın ikinci oturumunun yaklaşık yarım yılı aşan uzun bir süreyle ertelenmesi gibi durumlar da, kuşkusuz bu çarpıklığı kolaylaştırmaktadır.

Elbette bu türden tutumlar, çoğu kez, mahkeme yargıcının sadece bazı arka niyetlere destek olmasından kaynaklanmamakta, tam tersine, her şeyden önce duruşmaların, hukukun buyruğuna karşın, tek oturumda bitirilmemesinin doğal görülmesinden de kaynaklanmaktadır. Çünkü ülkemizde mahkemeler, ne yazıktır ki, davaları tek oturumda bitirmemeyi genel bir kurala dönüştürmüşlerdir. Çünkü olasılıkla yargıçlarımız, inandıkları dinin peygamberinin ne “Bilim Çin’de de olsa danışınız” ve “Çabuk karar verin. Doğru karar verirseniz on sevap, yanlış karar verirseniz bir sevap kazanırsız” hadislerini, ne de hukuk öğrenimi sırasında okudukları, sözde öğrendikleri ve sınavlarına girdiği dersleri ciddiye almaktadırlar. Yetiştikleri düşündürmeyen, ezberci öğretim sistemi de buna katkıda bulunmaktadır. Çünkü amaç, sorgulayan ve düşünen birey olmak değil, sınıfları geçip bir diploma almaktır.

Bu, bir.

Öğretimde düşünmeye alıştırılmamış hukukçular ise, stajlarından başlayarak ablalarına, ağabeylerine öykünmekte, onları taklit etmektedirler.

Yaşanan dramın temel nedenleri, işte bunlardır.

Bu, iki.

Bu açıkla oyunun (dram) sonucu ise bellidir ve de çok ağırdır: Bu bağımlılık ve de tek oturumda karar vermeme yüzünden davaların birikmesi ve uzaması; adalet değerinin bayatlayıp çürümesi.

Bu da üç.

Demek, duruşma denilen balık, ülkemizde baştan kokmuştur, efendiler!

Üstelik bu tiksindirici kokuyu, bugüne değin A. Karakoç, A. Yüce gibi nice ozanlar ağıt şiirleriyle, nice sinema ve tiyatro oyunları sahneleriyle........

© T24