Hukukun gözünde “kesinlikle geçersiz duruşma”ların insanlarımıza yaşattığı çileler -II

Diğer

16 Ağustos 2024

Yıl, 1962 ve stajın son günlerinde bir itiraf.

Keşif yerindeydik. Bilirkişiler, uyuşmazlık konusu tarlayı ölçüyorlardı. Yargıç ya da savcı adayı olarak benim de katılacağım kura çekimine sayılı günler kalmıştı.

İlin en başarılı ve en güvenilir yargıçlarından, daha sonraları Yargıtay üyesi de olan merhum asliye hukuk yargıcı, staj sonrası atanacağımı anımsatarak sormuştu:

“Yargıç mı olmak istiyorsun, savcı mı?”

“Hangisi olursa,” diye yanıt vermiştim.

Alındı.

“Ne o, bu mesleği beğenmedin mi?” diye sorması üzerine şunları söylemiştim:

-Bazı işlemleri anlamakta zorlanıyorum, çok da yadırgıyorum. Duruşmanın ilk oturumunda tarafları ve vekillerini çağırıyorsunuz. Onlar hiç konuşmuyorlar. Siz, onların yerine yazmanınıza (kâtip) tarafların geldiklerini, dava ve yanıt dilekçelerini yinelediklerini tutanağa geçirtiyor, daha sonraki oturumlarda neler yapılacağını tutanağa geçirterek yeni bir duruşma günü belirliyorsunuz, o kadar. Duruşmayı başlatmak için böyle bir oturuma ve de işleme gerek var mı?

Uzunca bir süre yüzüme baktıktan sonra yargıç:

Bilmem,” demişti, “Hiç düşünmedim. Ağabeylerimizden böyle gördük. Biz de onlar gibi yapıyoruz.”

Öyle ya. Hazır ağabeyler gibi örnekler, önceller (selef) varken hocalarımızın ya da başkalarının bilimsel yapıtlarına başvurup, onca sayfayı okuyup karıştırmaya ne gerek vardı!?

Kuşkusuz aslında bu sözler, çok şeyi, her şeyden önce de hukuka nasıl yanlış bir yöntemle yaklaşıldığını, ülkemin hukukunun hangi düzeyde çok iyi anlatıyordu.

Demek, “Yaşamda biricik doğruyu gösteren bilim,” benim ülkemden yılardan beri kovulmuş, onun yerini çoğu kez bilimden, kültürden koparak uygulamalar yapan ablalar, ağabeyler gibi, sözüm ona yanılamaz “yol göstericiler” almışlardı!?

Nasıl bir anlayış, ne biçim bir öykünme (taklit), ne saçma bir yaklaşımdı, bu!?

Böyle bir anlayış, yaklaşım, acaba benim ülkemden başka bir ülkede var mıydı!?

Elbette yoktu, olamazdı da.

Şaşkınlık içindeydim.

Aman Tanrım,” diyordum, “Ben, Aydınlanma yüzyılını iki yüz yıl geride bırakmış bir çağda mı, yoksa hâlâ Orta Çağ’da mı yaşıyorum!?

Zira yirminci yüzyılda bile gerçeği, doğruyu ve geleceği görünüşte ve geçmişte arayan zahiri ve selefi bilginlerin anlayışını çağrıştıran bir yaklaşımla karşı karşıyaydım. Bilindiği üzere bu yaklaşım ve anlayıştaki İslam bilginleri, akla ve deneye dayalı bilimleri, kutsadıkları sünnet ve âsar (eserler) için tehdit olarak algılayıp dışlamışlardı. Bunun en çarpıcı örneği, 1171’de ölen hadis bilgini Kıvâmü’s Sünne et-Teymî’nin şu sözleriydi:

Bir insanın… felsefeyi, geometriyi ve bu alanlarla uğraşanların yazdıkları kitapları övdüğünü görürsen, bil ki o adam bir sapkındır” (elHucce, Riyad 1999, II, 539540, ileten: Çağırıcı, Mustafa, Kültürümüzde Akıl ve Bilim Karşıtlığı, Karar, 23.11.2022)

İşte bu yüzden, zahiri ve selefileri anımsatan ve daha önce de bir yerlerde okuduğum bu Orta Çağ yanıtını ömrüm boyunca hiç, ama hiç unutmadım, unutamadım ve bu yaklaşımla, anlayışla da yine ömrüm boyunca sürekli çarpışıp durdum.

Türk insanının, Türk hukukçusunun, aslında orta ve yükseköğretimden geçmiş bütün Türk aydınlarının sorunu, hastalığın virüsü işte buydu: Bir Sokrates, Descartes, Durkheim, Husserl, Enstein’ın zekâsıyla her insanın vazgeçemeyeceği “Bu yapılanlar, işlemler doğru mu?” sorusunu sormaksızın, bilgisinden, bildiğinden kuşkulanmaksızın yaşananları sorgulamaksızın kendisinden öncekilere öykünmek, onları taklit etmek; bir kavramlar denizi olan hukuk dilini, bu arada özlü dille “tartışma” (görüşme, görüşleri sergileme), hadisin anlatımıyla “akılların birbirlerine danışması,” Kur’an’ın diliyle “istişare, müşavere, şûra” (Şûrâ, 3639, Bakara, 233; Âli İmrân, 159; A’râf, 107,114; Neml, 29, 34),” halk ozanlarının diliyle “atışma” demek olan “duruşma” sözcüğünü ve de kavramını, hiç mi hiç anlayamamak, bilememek!?

Taşrada mesleğimi yürütürken ve bir anı,

Yıl 1970...

Geçici yetkiyle on gün için çok şirin ve küçük bir ilçede görevlendirilmiştim. Hükümet binasındaki savcılık odasına geçer geçmez, yargıç olduğunu söyleyen orta yaşlı meslektaşım, içeri girerek, suçüstü hükümlerine göre açılan bir davanın az sonra duruşmasının yapılacağını söylemişti.

Bunun üzerine dava dosyasını yargıcımızın yanında hemen incelemiştim.

Duruşma tutanağı bir buçuk sayfaydı. İlk oturumda davacı, sanık ve bir de tanık dinlenmiş, üçü de yaralama, sövme ve sarhoşluk eylemlerinin gerçekleştiğini doğrulamış; ikinci oturumda ise, hiçbir işlem yapılmamış ve de inandırıcı hiçbir gerekçe de gösterilmeksizin tarafların geldiği belirtilerek “bir karar verilmek üzere” dava, üçüncü oturuma ertelenmişti.

Bu yadırganası durum ve saçma gerekçe, deneyimlerime göre, aslında benim ülkemde çok olağandı; sık sık da yaşanırdı.

İşte buna göre de, o üçüncü oturum az sonra yapılacaktı. Zira sanık da, savunmanı avukatı da gelmişlerdi.

-Her şeyin açık olduğuna, incelenecek bir nokta kalmadığına ve suçların ne olduğunun da belli bulunduğuna göre, ilk oturumda karara bağlanması gerekirken davanın neden üçüncü oturuma kaldığını merak ettiğimi belirterek, o sırada odaya giren “Savcı meslektaşım, acaba bir başka görüşte mi?” diye sormuştum.

Bu sorum üzerine yargıç, “susunuz!” der gibi bir işaret yapmış; savcı ise “Ben kimseyi etkilemek istemem, görüşümü de söylemem” demişti.

Her şey açık ve belli olduğu için elbette çok şaşırmıştım.

Mahkeme yargıcının sanığın savunmanı olan avukatın beklediğini söylemesi üzerine salona geçilip duruşma hemen yapılmış ve gereken karar da verilmiş, duruşma salonunda yargıçla baş başa kalmıştık.

İlçe yargıcı, Asliye Ceza Mahkemesinde 33 dava bulunduğunu, ancak savcının hiç görüş bildirmemesi yüzünden hiçbir davada karar veremediklerini, bu yüzden davaların biriktiğini söylemişti.

Bu kez daha çok şaşırmıştım.

Odama girdiğimde ise, masamda oturan birini görmüştüm.

Gelen, adliye müfettişiydi.

Müfettiş, “İstanbul’a kalkan bir gemi varmış, ailemi görmek için hemen gidiyorum” demiş ve ayrılmıştı.

O ayrıldıktan sonra da savcılık yazmanını çağırmıştım.

Orta yaşlarında bir bayandı.

Hazırlık soruşturması dosyalarını sordum. Dosyaların bulunduğu çekmeceleri gösterdi.

Polis ve jandarmadan gelen 147 dosya incelenmek üzere bekliyordu.

Cezaevinde ise hiç kimse yoktu. İyi ki yoktu.

İncelediğim hazırlık dosyalarını bitirdikçe, iddianamelerin ve kovuşturmaya........

© T24