Düşünmeden, sorgulamadan "yargı" kurmak ve savcılar

Diğer

20 Haziran 2024

André Gide (1869-1951), bir denemesine, Ozan Mallarmé'den (1842-1898) söz ederken şöyle başlar: "Ne tuhaf adam şu Mallarmé! Konuşmadan önce uzun uzun düşünüyor." Aslında bununla da yetinmiyor, Mallarmé. Gide'e göre, konuşmayı sürdürürken de düşünüyor ve sözcüklerini özenle seçiyor. Bu yüzden de düşüne taşına "ağır ağır konuşuyor" (Gide, André, (Suut Kemal Yetkin), Denemeler, İstanbul, 1955, s. 117).

Bizler ise, çoğu zaman, bırakın araştırmayı, hiç düşünmeden, dahası bilgimizden kuşkulanıp hiç, ama hiç araştırmadan kararlar veriyor; sonra da dizimizi dövüyoruz.

Demek, öğrencilerimizi daha çok eğitmekle yetinen okullarımızdaki öğretim sistemi, insanımıza bildiklerinden kuşkulanma yöntemini ve alışkanlığını asla kazandıramamıştır, günümüzde de kazandıramamaktadır.

Oysa çağcıl (moderne) toplum, "Sokrates ya da Descartes açığı yaşamayan toplum"dur.

Ancak görülen odur ki, Türk toplumu, ne yazık ki, yaklaşık iki bin beş yüz yıldan bu yana atomun parçalandığı çağımızda bile "Bil­diklerinden önce kuşkulan, sonra araştır, daha sonra da hüküm kur, yargıda bulun!" diyen Sokrates, Descartes açığını sürekli yaşayan bir toplumdur.

Merhum Melih Cevdet Anday'ın (1915-2002), yıllar önce herkesi düşündüren güzel denemelerinden birinde anlattığı olayın özeti şudur: Yazarımız, yıllardır giriş katında ayakkabı tamircisi de bulunan bir apartmanın dairesinde oturmaktadır. Tamirci, her gördüğünde "Bir çayımı iç, bey!" diyerek onu çağırıp durmaktadır. Bir gün yazarımız çağrıya uyup içeri girdiğinde tamirci, dükkânındaki konuğuna onu "Emekli albay" diye tanıtır. Konuğu ise, buna karşı çıkar, "Hayır, der, emekli tapu müdürü." Bu uyuşmazlık yüzünden neredeyse kav­ga etmek üzeredirler.

Anday, "Tartışılan konu benim; ama bana soran yok" diye bitiriyordu, o düşündürücü yazısını.

Örnek, elbette çok gülünçtür. Ancak insanımızın düşünme yöntemi açısından çok, ama çok düşündürücüdür. Çünkü bilimsel olmayan bir konuda bile bildiğinden kuşkulanmamak, dahası bunu bir özsaygı, saygınlık sorununa dönüştürmek!

Şimdi, bir de tıp bilimiyle ilgili olarak ailece yaşadığımız bir olaydan söz edeyim.

Yaz aylarında kaldığımız binanın sahanlık ışıkları zaman zaman bozuluyor ve yanmıyordu. Böyle bir karanlığı yaşadığımız sırada akşam yemeği sonrası iki oğlum dolaşmak üzere dışarı çıkmışlardı.

Bir çığlık sesi üzerine koşarak dış kapıyı açtığımda tıp fakültesinde öğrenci olan oğlum, koşarak banyoya girmiş, bir gözünü aynada inceliyordu.

Kardeşinin dirseği gözlüğüne çarpmış, gözlük camı kırılmış, gözü yaralanmıştı.

Hemen hastaneye gittik.

Orta yaşlı nöbetçi hekim, önce kanayan bölgeyi inceledi, gözde kanamanın olmadığını belirtti, hepimizi rahatlattı. Ancak hemen ardından göz hizasındaki kanamanın durması için hemşireye yarayı dikmesini söyledi.

Ancak oğlum buna karşı çıktı.

Hekim nedenini sorunca oğlum, "O bölümde gözyaşı kanalları var, dikerseniz onları tıkar, gözü kurutur, kör edersiniz" dedi.

O anda hekim, anladı ve nerede öğretim gördüğünü sordu.

Oğlum, tıp fakültesi dördüncü sınıfta olduğunu söyleyince de dikişten vazgeçildi.

Şimdi, hep birlikte düşünelim ve soralım: Ya oğlum tıp fakültesi değil de, başka bir öğretim kurumun öğrencisi olsaydı!

Bunu akla getirmek bile insanın tüylerini diken diken ediyor.

Düşünebiliyor musunuz?

On yedi yıl öğrenim görmüş bir insan, tıp fakültesi çıkışlı bir hekim, her şeyden önce bilgisinden hiç kuşkulanmıyor, insan vücudunu iyileştirmekle görevli olduğu halde, incelemeksizin ve düşünmeksizin, bundan yirmi dört yüzyıl önce yaşayan Sokrates gibi, kendisine "bu konuda ne biliyorum?" sorusunu, hiç sormaksızın ivediyle karar veriyor ve insan bedeninde dikişe elverişsiz ayrıklı (istisnai) yerlerin bulunduğunu, bulunabileceğini hiç aklına getirmiyor, getiremiyor ve de bilmiyordu.

Oysa bir halk adamı olan Nasrettin Hoca bile, bundan sekiz yüz yıl önce "Eşeğin kaç ayağı var?" sorusunu, tıpkı Sokrates gibi bilgisinden kuşkulanarak ve eşeğinden inerek, hayvanın ayaklarını saymış, sonra da "dört" diyerek yanıtlamıştı.

Ülkemizde bütün bilim alanlarında, elbette hukukta da "bilgisinden kuşkulanmayanlar"ın üzücü, bazan da üstesinden gelinemez, geri dönülemez uygulamalar, sık sık yaşanmakta.

Geliniz, ilkin savcılıktan başlayalım.

Yürürlükten kaldırılan 1929/1412 sayılı Suç Yargılama Yasası'nın (Özgün adı, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu) ellinci yılında, yani 1979'da İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinin Osmanlı sadrazamlarının yabancı elçileri kabul ettikleri çinilerle bezenmiş güzel bir salonunda, uzunca U biçimindeki bir masanın çevresinde toplanmıştık. Yapıp ettiklerimizi tartışacak, bir bakıma uygulamakta olduğumuz suç yargılama yasası, dolayısıyla yargılama hukukuyla hesaplaşacaktık.

Merhum Prof. Dr. Öztekin Tosun, gereksiz yere açılan davalar -ki o dönemlerde gerçekten de "mahkeme temizlesin" denilerek gereksiz yere davalar açılmaktaydı- yüzünden mahkemelerin yükünün çok arttığını, bunu önlemek için, tıpkı Fransa'nın son dönemde yaptığı gibi, dava açmada "mecburilik dizgesi"nden (sistem) vazgeçilmesini, "yerindelik / takdirilik dizgesi"ne geçilmesini önermişti.

Söz alıp, bu görüşe karşı çıktım.

Bırakınız, içerik olarak, ülkemizde savcılığın adlandırma, kavram ve kurum olarak bile henüz tam anlamıyla bilinmediğini, dolayısıyla bu kurumun yerine oturmadığını, savcılığın altı yüzyıllık bir Fransız kurumu olmasına karşın, bu ülkede bile ancak altı yüz yıl süren uzun deneyimler ve değerlendirmeler yaşandıktan sonra dava açmada yerindelik (takdire dayanma) dizgesine (sistem) yeni geçildiğini, bu yüzden ileri sürülen öneriye katılamadığımı, ülkemizde bir iddia makamı olan savcılığın bugün bile bir karar makamı gibi algılandığını, bu yüzden Batı ülkelerinde savcılığın "kovuşturmaya yer olma­dığı kararı"nın değil, "kovuşturmaya yer olmadığı görüşü"nün yakınanlara bildirildiğini belirtmiş, uygulamada yaşanan çarpık örneklerden birini vermiştim: "Savcılık, demiştem, bir karar makamı olmadığı halde bugün ülkemizde savcılar, ‘yetkisizlik kararı' bile veriyorlar. Adalet Bakanlığı da, yükselme dönemlerinde yükselme sırasında gözetilmek üze­re verilen yetkisizlik kararlarından da örnekler istiyor. Demek, ülkemizde, bırakınız başkalarını, Adalet Bakanlığı bile savcılık kavramını ve kurumunu iyi algılayamamıştır" diye ekledim.

Bu sözlerim üzerine ömrünü suç hukukunun –ki, kanımca o, suçun öğeleriyle ilgili en yetkin yapıtların da yazarıdır- özellikle de suç yargılama hukukunun iyi algılanıp özümsenmesine ve iyi uygulanmasına adamış olan Merhum Prof. Dr. Nurullah Kunter (1911-1994), birden yerinden kalkarak bana doğru yürümüş, yanıma gelmiş ve "Sen neler söylüyorsun? Gerçekten Türkiye'de savcılar yetkisizlik kararları mı veriyorlar?" diye sormuştu.

"Evet, Hocam, ülkemizde savcılar, yetkisizlik kararları veriyorlar. Karşımızda Adalet Bakanlığının bir sayın genel müdürü ile onun başkanlığında on bakanlık temsilcisi oturmaktadır. Onlara da sorabilirsiniz" demem üzerine, hukuk kavramları, terimleri konusunda çok titiz, bu yüzden de uluslararası bilim çevrelerinde haklı olarak "yetkinci, mükemmeliyetçi, perfectionniste" diye ün yapmış olan Kunter, ışık saçan o güzel başını ellerinin arasına alarak "Eyvah ki, eyvah, demek, yıllarca uğraşmışım, ama hiçbir şey anlatamamışım!" diyerek âdeta inlemiş ve bu çarpıklığa başkaldırmıştı.

Ancak sıkı durun, bu konuda Lao Tzu'nun dediği gibi, yargı kurmakta, sonuç çıkarmakta sakın ivecen davranmayın. Yirmi birinci yüzyılın Türk yasa yapıcısı bile, bu çığlığı hiç duymadı. "Yok yasa, yap yasa" anlayışıyla 2011 / 6217 sayılı Yasa ile savcıların "yetkisizlik kararı" vermelerini yasallaştırdı, gülünç ama, sözde hukuksallaştırdı (CYY, m. 161/7)!?

Yalnızca yasa yapıcı mı? Öğreti de, bildiğim kadarıyla bugüne değin bu skandal düzenlemeye, bu kınanası bilinçsizliğe hiç sesini çıkarmadı.

Bununla da kalınmamış, sözgelimi, İstanbul, Ankara vb. büyük yerlerde savcılıklar bünyesinde "karar masa"ları bile kurulmuştur.

Bilmiyorum, Merhum Kunter, bilinçsiz bilgisizlikler karşısında şimdilerde mezarında rahat uyuyabiliyor mu?

Hiç sanmıyorum.

Aslında ülkemizde savcıların bir karar organına dönüşmesinin sonuçlarıyla ilgili öyküler hiç bitmiyor ki!

Bilindiği üzere inananlar açısından Tanrı'nın, inanmayanlar açısından doğanın en görkemli yaratığı insan; insanın da yine en görkemli ve çağımızda bile gizi çözülememiş organı, beynidir. Bu yüzden insanın dış dünyaya yansıttığı düşünce ve inançlar, Tanrı'nın ya da doğanın ürünüdür; demokratik bir düzende bunlar, asla suç konusu olmaz, olamaz. Zira "düşünce, düşünce ile, başka deyişle "görüş (içtihat) görüşle çürütülemez." (Mecelle, m. 16). Dolayısıyla beynin ürünü olan inançlara ya da düşüncelere sövenler ya da bunları yasaklayıp cezalandıranlar, özünde kanımca inananlar açısından Tanrı'ya sövmüş ya da onu da cezalandırmış olurlar. Bu ise, elbette mantık ve akıl dışında yaşayanlardır. Bu yüzden 1926/765 sayılı Eski TCY'nin 141, 142 ve 163'üncü maddelerinden hüküm kuranlar, aslında Tanrı'yı da cezalandırmışlardır. Bu maddelerin çok partili demokratik düzene geçildikten yıllarca sonra kaldırılmış olması, sağ ve sol anlayışların, dolayısıyla demokrasinin, "demokratik bilinç"in gelişimini engellemiş; bilim ve düşünce dünyasında yoksunluklar, yoksulluklar ve ağır sonuçlar doğurmuştur. Locke'un dediği gibi özellikle "İnanç özgürlüğü asıldır ve yargıçlar, insanların ruhlarını kurtarmaya yeltenemezler."

Scheler'e göre de, insanın iç dünyası bilgimizin dışındadır.

Nitekim 1926 /........

© T24