Diğer
T24 Haftalık Yazarı
23 Aralık 2023
Yönetmen, senarist, oyuncu ve kumbaracı50’nin kurucularından Yiğit Sertdemir, 90’lı yılların ortalarında fen lisesinden yeni mezun olmuş bir mühendis adayı olarak İzmir’den İstanbul’a geldi. Çocuk yaşlarda tanıştığı tiyatroyu her zaman önceleyen Sertdemir, “üniversiteye kaydımı yaptırıp tiyatro kulübü nerede diye sordum” diyor.
“Kader beni değil, ben tiyatrocu olmak için kaderi ittim” diye devam eden usta tiyatrocu, İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Makine Mühendisliği bölümünü okurken bir yandan da tiyatroyla ilgilenmeye başladı. Okulu bitirdikten sonra da tiyatroya bir şekilde devam etme çabasının getirdiği şevkle, Altıdan Sonra Tiyatro’yu kuran ekibin içinde yer aldı.
Hem özel tiyatroda hem de ödenekli tiyatroda üretmeye devam eden Sertdemir; tiyatro yolculuğunu, İstiklal Caddesi’nin en aktif ikinci tiyatrosu kumbaracı50’yi, sahne sanatlarının avantajları ve zorluklarını, İstanbul’da “alıcısından çok vericisinin olduğu” tiyatronun iyi-kötü yanlarını ve bu sezon prömiyer yapacak kumbaracı50 oyunlarını T24’e anlattı.
- Önce fen lisesi ardından İTÜ makine mühendisliğine giriyorsunuz. Sonra kader sizi tiyatroya itiyor. Biraz kendinizden bahseder misiniz, sizi tiyatroya çeken şey neydi?
Ben kaderi ittim. Benim tiyatroya itilmem ya da kendimi tiyatro itmem birçok kişinin hikâyesi gibi daha ilkokul yıllarına rastlıyor. Amcam bizi ilk defa Devekuşu Kabare’ye götürmüştü, onu hatırlıyorum. Ben, “Tiyatro böyle bir şey mi, ne enteresan bir şey, herkes gülüyor, herkes bir arada” falan demiştim. Birliktelik hissi, sahneden bize bakan kişiye bakarken beraber gülebilme hissi çok etkilemişti beni. Ben İzmirliyim ve bu anlamda şanslı da bir çocukluk geçirdim diyebilirim. İzmir'de o zaman Hürriyet Çadır’ı denirdi, Üçyol’da kocaman bir çadır kurulurdu. Oraya sirk falan gelirdi. Black Light gösteriyi ben seksenlerin başında seyredebilme şansı bulmuştum. O yüzden gösteri fikri, tiyatro fikri hep içimi kemiriyordu.
Ama işte hayat, türlü gereklilikler ve fen lisesi okudum. İTÜ Makine Mühendisliği’ni kazandım, geldim, kaydımı yaptırıp tiyatro kulübü nerede diye sordum. Ne ders programını sordum ne başka bir şey, doğrudan tiyatro kulübünü sordum. Gümüşsuyu Tiyatro Topluluğu vardı, hemen gittim ona dahil oldum. Sonra İTÜ Güzel Sanatlar Tiyatro Topluluğu’na dahil oldum. O dönemi hep şöyle anıyorum; altı yedi senelik bir öğrenciliğim oldu ama öğrencilik gibi değildi. Amatör olarak mühendislikle ilgilenirken profesyonel olarak tiyatrocu olmaya karar verdim aslında. O yüzden dedim, kader beni itmedi de ben kaderi yavaşça kendime yönlenecek şekilde şekillendirmeye gayret ettim. Tiyatro serüveni ta oralardan başladı diyebilirim.
- Makine mühendisliği ailenizin isteğiyle mi olmuştu?
Tabii ailenin tasarrufları da vardı o sıralar ama hani ben de durup “ben tiyatrocu olmak istiyorum” demedim, karşı da çıkmadım. Geçmişte bu konu üzerine konuşsam başka türlü cümle kurardım ama şimdiden bakınca bu konuda belki biraz üzülürdü herkes ama sonuçta bir şekilde kabul görürdü. Neticede İTÜ Makine Mühendisliği’ne girdim, seneler geçti durum anlaşıldı ki benim alakam yok, tiyatrocu olacağım. Şimdi en çok alkışlayan, en çok gururlanan kişiler onlar, daha doğrusu babam.
- Altıdan Sonra Tiyatro'dan kumbaracı50'nin kuruluşuna kadarki süreçten ve biraz da bugününden bahseder misiniz?
Altıdan Sonra Tiyatro, üniversite tiyatrosu aslında. Bizim İTÜ’de başladığımız tiyatro topluluğu, güzel sanatlar tiyatro topluluğu adı altında aslında seçmeli dersin uzantısı olarak kurulmuş bir grup. Üniversitede teknik olmayan seçmeli ders, zorunlu seçmeli gibi saçma sapan bir şey vardır ya onlardan birisi bu. O dersi Bora Seçkin,1992’de vermeye başlıyor, sonra “tiyatro grubu da olsa” denince, kuruyorlar. Oradaki arkadaşlarla beraber kurduğumuz bir grup Altından Sonra Tiyatro. O da nedir? Herkes mezun olmaya başlamıştı. Ben nispeten onlardan yaş olarak küçüktüm, yani ben birinci sınıfken, onlar üçüncü sınıftı ya da dördüncü sınıfa geçiyorlardı. Tabii ben uzun süre birinci sınıfta kaldım…
Velhasıl onlar mezun olacaklar ama yine de tiyatro yapmak istiyorlar ve ne yapabiliriz diye düşünürken böyle bir formül bulundu. Bir grup kurulsun, yarı profesyonel bir yapısı olsun, mezun olduktan sonra da tiyatro yapmaya devam edelim. Mezun tiyatrosu aslında eskiden daha fazla olan ve günümüzde biraz zorlaşan bir mevzu. Altıdan Sonra Tiyatro’yu 13 kişi bir araya gelip 1999 senesinde bu şekilde kurdu. Altıdan Sonra Tiyatro’nun tek maksadı adı üstünde zaten ‘çalışan tiyatrosu’ydu. Yani ‘çalışan tiyatrosu’ olma mantığı vardı. Çünkü biz İTÜ’de de provaları altıdan sonra yapardık. Altıya kadar ders olurdu, altıdan sonra program yapılırdı. ‘Çalışan tiyatrosu’, altıya kadar çalışanlar altıdan sonra tiyatroya kalır fikrinden geliyor. Hikâyesi de öyle başladı.
Altıdan Sonra Tiyatro’yu kurduğumuzda çok gençtik, ben 20 yaşındaydım, en büyüğümüz 24 yaşındaydı. Aman dünyayı değiştireceğiz, herkes geri çekilsin gibi bir havamız da yoktu. Biraz anlamaya çalıştığımız bir dönemdi. Ben Altıdan Sonra Tiyatro’nun kuruluşunun içinde bir yerlerde, iki üç sene sonra tiyatro okumaya geçtim. Dolayısıyla belirsiz bir dönemdi. Satıcının Ölümü’yle başladık, telifini ödedik bizim bunu yapıyor olmamız çok saçma bir şeydi çünkü oyunda 60 küsür yaşında bir adam var ve yaşlı makyajları yapıp ciddi ciddi telif ödediğimiz bir oyun oynadık. Şimdiden bakınca çok komik gelen bir tercih bu ama bizim oradan başlamamız da rastlantı değil herhalde. Baktık ki biz devam ediyoruz, dördüncü sene oldu. Ödüller gelmeye başladı, ben oyun yazmaya başladım. Her sene giderek daha bilinir olan, bizim de keyif aldığımız ve “Evet, biz ciddi ciddi tiyatro yapıyoruz” dediğimiz bir iş oldu. Ben profesyonel tiyatrocu olmaya karar verdiğim için aynı sene Şehir Tiyatrosu’na girdim. Dolayısıyla Altıdan Sonra Tiyatro’nun yapısı, kimliği oluşmuş bir yere doğru evrildi.
Baştan beri aklımızda bir gün bir mekanımız olsun fikri vardı. O zamanlar hayaller daha keyifli duyuluyordu, bu kadar ekonomik meseleler kafaya takılmıyordu ve ara sıra arıyorduk. Çok baktık ve o zamanlar sadece Beyoğlu'nda bakıyorduk. Yani başka nerede tiyatro olur ki zaten diye düşünüyorduk. Daha 2006’larda, 2007’lerde bakmaya başlamıştık. Çünkü Beyoğlu'nda oynuyorduk zaten. Halep Pasajı’nda Maya Sahnesi’nde oynuyorduk, sonra Oyuncular Kahvesi vardı orada oynamaya başladık. Şu an ikisi de kapalı. Yani durumun vahameti açısından söylüyorum. Tabii Muammer Karaca'da oynadık, Hadi Çaman'da da oynadık ama küçük sahneler anlamında bize başka vizyon da verdi. Ara sıra sahne arıyorduk ve nihayet bir gün yine bir emlakçı hanım, “Bulduk bir yer, gelip bakmak ister misiniz?” dedi. O kadar olmayacak yerler gösteriyordu ki bize, bir gidiyoruz geniş ama tavan yüksekliği iki buçuk, üç metre ya da tavan yüksekliği çok güzel, beş metre ama genişlik 50 metrekare ve sürekli emlakçıya anlatmaya çalışıyoruz nasıl tiyatro olabileceğini. Kumbaracı Yokuşu’nda bir yer var dedi ve bizim ekipten bir arkadaş gitti baktı, kafası karışmış. Çünkü tavan yüksekliği, genişliği olabilir gibi ama kolonlar var, nasıl yerleşiriz gibi bir kafa karışıklığı vardı. Bizim ekip de mühendis ve mimarlardan oluştuğu için bu işlerden anlıyorlar, topluca geldik ve dolaştık. Biraz zaman geçirdik mekanın içerisinde. Sonra Kubaracı Yokuşu’nda eskiden ismi başka olan bir restoran vardı, oraya oturduk. Şimdi olmazsa ne zaman dedik. Artık yaş olarak otuzlar aksına geçmiştik, kırklarda, ellilerde uğraşamazdık bununla. “Kolonlu bir mekan, para yok, nasıl yapacağız, buluruz bir şekilde” falan derken bir delilik haliyle daldık ve başladık. Aslında mekan fikri hep vardı da bir şekilde zamanını buldu ve hep biz ararken bu sefer bizim aramadığımız bir yerden geldi. O yüzden enteresan bulmuşumdur.
- Daha çiçeği burnunda bir tiyatroyken bir gazete sizi hedef gösteriyor. Bir yerde şöyle diyorsunuz; "2 Kasım 2009 kuruluşumuz, 2 Şubat 2010 neredeyse kapanışımız"...
Nerede demişim, güzel demişim.
- kumbaracı50’nin doğum günü kutlamasında demiştiniz. O dönemde ne düşündünüz, "Tamam, buraya kadarmış" dediniz mi?
Kasım ayının 2’sinde açıldık, şubatın ilk haftasında ve ikisiydi galiba üç aylıkken böyle tatsız bir şey oldu. Biz daha yeni açmışız, anlamıyoruz, mekan işletmek çok farklı, tiyatro yapmak çok farklı. Mekan işletme konusunda acemiyiz de, yani hiçbirimiz hayatımızda kafe bile işletmemiş. Birden böyle bir hedef gösterme olayı oldu. Tabii zabıta geldi ve mühürledi. Mühürlendiği gün Kumbaracı Yokuşu’ndan nasıl yukarı tırmandığımı, nasıl 10 yaş yaşlandığımı, her adımda yaşlanarak yüzümün çöktüğünü hep anlatırlar.
Çok tatsız bir gündü, buraya kadarmış dendiği şu açıdan oldu; Ben kumbaracı50’den silahlı adam çıkarttım çok tatsız geçen, çok gergin geçen bir süreçti. Süreci çok iyi yönettiğimizi düşünüyorum her açıdan, kimsenin hakkını yemeden ve en önemlisi kimsenin canı yanmadan. Psikolojik can yanması başka. Süreç tamamlandı. O açıdan korktuğumuzu hatırlıyorum. O sırada sorumluluk alıyorsunuz tiyatro kapalı kalsın aman birine bir şey olmasın gibi.
O sırada, Şubat 2010’da İstanbul, kültür başkentiydi. Belki şu an böyle bir şey yaşansa, hepimiz bambaşka algılarız. Sonuçları çok farklı olur, süreç çok farklı geçer, yöntemler farklı olur. Ama o sırada bir şekilde topluca hallolabildi. Evet, daha 3 aylık bir çocukken, maalesef bir hâl geldi başımıza.
- Merak ettiğim bir diğer husus da sahnenizin bulunduğu konum itibariyle hiç mahalle baskısına maruz kaldınız mı ya da kumbaracı50 ve Tophaneliler birbirinden beslendi mi?
Tophane ile İstiklal Caddesi’nin tam ortasında tuhaf bir yer burası, bu önemli o yüzden söylüyorum. Tophane bir kimlik; İstiklal Caddesi, Asmalı Mescit çok farklı bir kimlik, biz tam ortasındayız.
İlk geldiğimizde zaten çok tazeydi. Ama bu olayla (hedef gösterilme) tanıştık gibi oldu. Bir anda ne oluyor orada gibi bir şey oldu. Sonradan onlar bizi tanıdı, biz onları tanıdık. Şu an o tanışıklığın içerisinde en az onlar kadar eskiyiz, biz de 14 senedir buradayız. Baktığımızda mahalleliyiz yani. Tabii ki çok farklı kültürler ama tuhaf bir denge söz konusu oluyor. Önemli olan başkasının hayatına karışmamak. Başkasının alanına girmemek ve saygılı bir çizgi içerisinde dikkatlice ilerleyebilmek. Bunu inşa edebildiğimizi düşünüyorum, kumbaracı50 daha aşağıda, başka bir yerde olsaydı belki farklı olurdu. Bizim yukarıya doğru olmamız, karşımızda bar var vs. bunu etkiliyor olabilir. Bir de her yerde öyledir ya aslında yani orada kabul görmek için biraz tanışmak gerekir. Bize mahalleli geldi, oyunlar oynadık. Çoğu sorunumuzu mahalledeki kişilerle çözüyoruz. Dolayısıyla bir ilişki kuruldu. Öyle protesto yaşamadık, gelip tehdit etmeler falan hiç yaşamadık.
- Beyoğlu da dönüşüyor, eskilerin anlattığı o Tophane de çok yok gibi…
Beyoğlu'nun dönüşümü ibret verici gerçekten. 10-20 senede bir yüzde yüz kimlik değiştiriyor, bu da tuhaf bir şey. İşte demin ne diyorduk o zamanlar tiyatro tabii ki Pera’da, Beyoğlu'nda, İstiklal Caddesi'nde olur. Nerede olacak başka? 2009 senesinde biz açıldığımızda trajiktir de bu, bizim tiyatroya uzak dediler çünkü İstiklal Caddesi’nde değildi, yokuştan aşağı inmek zorundaydınız ve Asmalı Mescit’e yakındı, Galatasaray'a yakın değildi. Yeni kuşak buna inanmıyor “Ya nasıl uzak?” falan diyor. Biz de üniversite yıllarında İstiklal Caddesi’ne yürüyüşe geldiğimiz zaman Galatasaray'dan geri........