menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Faustyen bir karakter olarak José Arcadio Buendía  

21 1
19.01.2025

Diğer

T24 Haftalık Yazarı

19 Ocak 2025

Goethe’nin Faust’u, modernitenin trajedisini haber veren ilk büyük yapıt olarak bilinir. Modern düşüncenin temelini oluşturan doğaya hükmetme arzusu, insanın önüne çıkan her şeyi sorumsuzca ezip geçmesiyle yıkıcı bir hevese dönüşmüştür. Faust’un peşinde olduğu, dünyayı dönüştürecek o teknik bilgi, ilerleme ile birlikte nice trajedilerin de kaynağı olur.

Peki kimdir Faust? Ruhunu neden şeytana satmıştır?

16. yüzyıldaki bir Alman efsanesine dayanan Goethe’nin karakteri, dünyayı keşfetmek amacıyla şeytanla bir anlaşma yapar. Ateşli bir gayretle felsefe, hukuk, tıp ve ilahiyat okuduktan sonra kendisini hâlâ “zavallı bir acemi” olarak gören Doktor Faust, sonsuz doğayı kavrayabilmek için “yorulmayan bir açlıkla” kıvranır:

Ve görüyorum ki bilemiyoruz hiçbir şey! Bu da yüreğimi yakıyor epey.”[1]

Yüreğindeki bu acıyla dünyaya açılacak cesareti bulan Faust, şeytanı çağırır, hayatı pahasına da olsa ona teslim olmaya hazırdır.

Bu hikâyede kötülükle iyilik iç içedir. Şeytanla anlaşma, doğru yolu bulmak ve evreni anlamak için yapılmıştır. Karanlık arzuları olsa da Faust iyi bir insandır ve sonunda Tanrı tarafından affedilir. Goethe’nin şeytanı Mefistofeles, salt kötülüğün simgesi değil, “hep kötülük isteyen fakat hep iyiyi yaratan”dır.[2]

Ne var ki şeytanla anlaşmanın her zaman bir bedeli vardır. Bu bedel çoğunlukla acı bir son ve cehennem azabıdır. Goethe’nin Faust’u lanetlenmekten son anda kurtulduysa da şeytanla yapılan anlaşma, trajedinin temelini oluşturmuştur.

Bugüne kadar edebiyatta Faustyen/Faustvari olarak tanımlayabileceğimiz birçok karakter çıkmıştır karşımıza. Oscar Wilde’ın Dorian Gray ve Mary Shelley’in Victor Frankenstein karakterleri akla gelen ilk örnekler arasındadır. Dorian Gray ebedi gençlik ve güzelliğin, Doktor Frankenstein ise yaratılışın sırrına erişmek ister. İkisi de bunun bedelini en ağır şekilde ödeyecektir.

Faust karakterinin edebiyattan diğer sanat dallarına uzanan yolculuğunu merak edenler, Murat Gülsoy ve Zeynep Uysal’ın hazırladığı Eksik Mecaz programını dinleyebilirler. Faustyen anlatının Türkçe romandaki izlerini de takip eden Gülsoy ve Uysal, Halit Ziya Uşaklıgil’in Mai ve Siyah, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur ve Saatleri Ayarlama Enstitüsü ve Orhan Pamuk’un Sessiz Ev romanlarındaki Faustyen karakterlerin trajik çabalarına dikkat çekerler. Ünlü bir şair olmak, matbaa sahibi olmak, tüm saatleri aynı zamanda doğru şekilde ayarlayan bir kurum kurmak ya da toplumu aydınlatacak bir ansiklopedi yazmak, Faustyen anlaşmalara imza attıran modernleşme girişimleri olarak karşımıza çıkar.

Edebiyattaki Faustyen karakterler arasına Yüzyıllık Yalnızlık’ın ana kahramanı José Arcadio Buendía da eklenebilir. Mıknatısla hazine bulmak, büyüteçle savaş kazanmak ve fotoğraf makinesiyle Tanrı’nın görüntüsünü yakalamak gibi türlü mucizelerin peşinde koşan José Arcadio, hayatını evrenin sırlarını çözmeye adamış ve sonunda feci bir hüsrana uğramıştır.

Hikâyede Faust varsa elbette bir de Mefistofeles olmalıdır. Bu da Macondo kasabasına simyanın mucizelerini getiren Melquíades’ten başkası olamaz.

Melquíades’in adının Mefistofeles’i çağrıştırması boşuna değildir. Çünkü Gabriel García Márquez de tıpkı Goethe gibi modern(leşen) insanın trajedisini anlatır.

García Márquez’in 1967’de yayımlandığından bu yana tüm nesilleri büyüleyen eseri Yüzyıllık Yalnızlık, daha ilk cümlesiyle bizi bir çocuğun babasıyla birlikte “buzu keşfetmeye” gittiği uzaklarda kalmış bir ikindi vaktine götürür.

Buzu getirenler, çingenelerdir. Her yıl mart ayında paçavralar içinde Macondo kasabasına gelir, “boru ve dümbelek şamatası içinde” yeni icatların çığırtkanlığını yaparlar. Buzu getirdikleri zaman bile, bunun tropikal bir iklimde insan yaşamına sağlayacağı yararlardan söz etmek yerine “sirk hüneriymiş gibi” sunarlar.

Kocaman saydam kütleyi gördüğünde, ilk önce “Dünyanın en büyük elması bu!” diye sayıklar José Arcadio. “Hayır” diye karşılık verir, çingene, “Buna buz derler.” Genç José Arcadio, baştaki çekingenliğini bir yana bırakır ve “kutsal kitaba el basarcasına” elini buz kalıbına bastırarak haykırır:

İşte bu, çağımızın en büyük icadı.”[3]

José Arcadio Buendía’nın hayatı birçok açıdan Batı kültürünün evrimini yansıtır. Macondo’nun kurucuları olan José Arcadio ve Úrsula, akraba çocuklarıdır. Evliliklerinden domuz kuyruklu bir çocuk doğacağı korkusu, Âdem ile Havva’nın metaforları olan ikiliyi uzak diyarlara sürükler.

Macondo’nun kuruluşunun arifesinde, José Arcadio’nun ayna duvarlı evlerden oluşan göz kamaştırıcı bir şehirle ilgili gördüğü rüya, ilerleme ve nihai mükemmelliğe dair ütopyacı yanılsamayı temsil eder.[4] Aslında José Arcadio Buendía'nın adı bile ütopik bir izlenim uyandırır. Arcadio, “Arkadya” denilen, insanın doğa ile iç içe mutlu bir yaşam sürdüğü ütopyaları çağrıştırır, Buendía da “iyi gün” demektir.

José Arcadio, buzu keşfettiği gün, ayna duvarlı evleri gördüğü düşün anlamını da kavrar:

Buzu görünce, düşün derin anlamını kavradığını sandı. Yakın bir gelecekte su gibi sıradan bir maddeden koca koca buz kalıpları üretip köyün yeni evlerini bunlarla yapabileceklerini düşündü. Macondo, artık menteşeleri, kapı tokmakları sıcaktan eğilen fırın gibi bir yer olmayacak, kış gibi soğuk bir kente dönüşecekti.”[5]

Bu aydınlanma anının ardından, José Arcadio, bir buz fabrikası kurmayı düşler. Ancak o sırada kendini oğullarının eğitimine verdiği için bunu bir kenara bırakır. José Arcadio’nun bu “çılgın” düşünü, torunlarından Aureliano Triste gerçekleştirecektir.

Hatta Aureliano Triste, buz yapımını öylesine artırır ki kasaba pazarının çekebileceğinden fazla mal üretmeye başlar ve buz ticaretini öteki kasabalara da yaymayı düşünür.

“Yalnızca kendi işinin modernleşmesine değil, aynı zamanda kasabayı, dünyanın geri........

© T24