Diğer
27 Ağustos 2024
İşkence yasağı hiç bir koşulda askıya alınamayacak insan hakkıdır. Normatif yapının varlığı yeterli olmaz. Siyasetin işkence yasağına üst düzeyde ve gür sesle sahip çıkması, demokratik istikrarın güvencesi olacaktır.
İnsan onuruna ve haklarına saygının her dönemde yaşamın öncelikli temel amacı olması gerekmez mi? Hukuk normları olmasa bile insan onuruna ve haklarına saygı, toplumların barış ve güvenlik içinde mutlu yaşayabilmelerinin güvencesi değil mi? Kaldı ki insan hakları hukuku uluslararası ve ulusal düzeyde yol gösterici ve bağlayıcı normları içeriyor. Hukuku geliştiren ve uyma yükümlülüğü üstlenerek taraf olan devletlerin hukuk ile çatışmaları, gelecek için riskli bir siyasi tercih.
Tarihsel evrim sürecinde insanlar ve toplumlar arası ilişkiler çetin sınamalardan geçmiş. Son olarak İkinci Dünya Savaşı trajedisinin bir daha yaşanmaması amacıyla geliştirilen ve bir yıl sonra 80 yaşına girecek olan güvenlik mimarisinin başarılı olup olmadığı tartışılıyor. Bu tartışmada ben, reforme edilme ihtiyacı olmakla birlikte, bölgesel kuruluşlarca da desteklenen Birleşmiş Milletler’in şimdiye kadar denenmiş en başarılı sistem olduğunu savunanların yanında yer alırım.
Sistemin yapabildiklerine bakmak, olmasaydı ne olurdu sorusuna yanıt aramak gerekir.
Bu tartışmada gerçek unsurlar gözden kaçırılmamalı. Birleşmiş Milletler sistemi, üye devletlerin aldığı kararları, üye devletlerin sağladığı kaynaklar ölçüsünde uygulayabilen bir sistem. Devletler üstü karar alma yeteneği yok, devletlerin katkıları dışında kaynak yaratma imkanı da yok.
Ayrıca şu unsur da unutulmamalı. Ulusal hukukun tersine, uluslararası hukukta kesin sonuç alıcı zorlayıcı yürütme mekanizmaları yok. Sistemin etkin işleyişi, aktörlerin, yani üye devletlerin, siyasi iradeleri ile doğru orantılı.
Ne yazık ki, günümüzde yaygınlaşan ve otoriterlik dozunu yükseltmeye devam ettiği kaygı ile izlenen popülist siyaset ve çifte standarda dayalı iki yüzlü yaklaşımlar, ayrımcılık ve ırkçılık, uzlaşının yerini çatışmanın almasına yol açıyor ve bölünmeyi derinleştiriyor.
Bu koşullarda uluslararası güvenlik mimarisi darbe alıyor, sisteme olan güven aşınıyor, devletlerin kendilerinin oluşturdukları ve uyma yükümlülüğü üstlendikleri uluslararası hukuk normları ile çatışma keskinleşiyor.
Genel ilke, normatif yükümlülükler taraf olanlar için bağlayıcıdır. Öte yandan, “jus cogens” (peremptory) normlar, taraf olsun ya da olmasın herkes için bağlayıcıdır.
Türkçe’de çeşitli karşılıkları var; “üstün hukuk”, “emredici kural…”
Uluslararası hukukun temel kaynakları arasında yer alan 1969 tarihli Viyana Antlaşmalar Hukuku Sözleşmesi’nin 53. maddesine göre, emredici kural, hiç bir koşulda askıya alınamayacak ve ancak bir başka emredici kural tarafından değiştirilebilecek normdur. Bir ikili anlaşma ya da çok taraflı sözleşme emredici kurallara aykırı hüküm içeremez. Emredici kural ile çatışma durumunda o anlaşma ya da sözleşme geçersizdir.
Genelde başlıca örnekleri sıraladıktan sonra bunların arasında işkence ve kötü muamele yasağı üzerinde durmak istiyorum.
Emredici kuralların önemli bir özelliği de herkese karşı ya da herkes bakımından geçerli (erga omnes) olmalarıdır.
İlk sırada doğallıkla yaşam hakkından söz etmek gerekir. Yaşam hakkı kutsaldır. Devletlerin bireylerin yaşam hakkını korumak temel yükümlülükleri arasında yer alır.
Yaşam hakkının devamı niteliğinde işkence ve kötü muamele yasağı sayılmalıdır. Bu konuyu aşağıda daha ayrıntılı izah edeceğim.
Bu bağlamda, kölelik ve zorla çalıştırma yasağı da ne yazık ki tümüyle tasfiye edilemeyen, halen mücadelenin sürdürülmesi gereken emredici kurallar arasında.
Hukukun üstünlüğü ve demokratik güvenlik kavramlarının temel ilkeleri arasında yer alan “kanunsuz suç ve ceza olmaz” kavramı da başlıca emredici kurallar arasındadır. Suç sadece kanun ile tanımlanabilir ve ceza kanun ile belirlenebilir. Kanunda yazılı olmayan eylem suç sayılamaz ve cezalandırılamaz. Kanun belirgin ve öngörülebilir olmalıdır.
Bunlar, uluslararası hukukun her devlet ve diğer ilgili aktörler için bağlayıcı, değiştirilemez, hiç bir koşulda askıya alınamaz emredici kurallarıdır. Bir anlamda, “üstün hukuk” normlarıdır.
Burada yazının ana konusuna bir parantez açarak daha önce de yaptığım ve yapmaya devam edeceğim bir öneriyi yinelemek istiyorum.
Önceki bir yazımda şöyle yazmışım:
“Dünya nüfusunun, ulusal nüfusların, ailenin yarısı kadın. Özetle insan toplumunun yarısı kadın.
Nüfusun yarısının hangi gerekçe ile eşit haklardan yoksun bırakılmaları savunulabilir?
Nüfusun yarısına ayrımcılık ve şiddet uygulanmasının önlenmesine nasıl karşı çıkarsınız?
Tüm insanlar cinsiyet ayrımı olmaksızın eşit haklara sahiptir. Kadına karşı ayrımcılık ve şiddet, esasen eşitsizliğin bir türevidir. Katılımcı ve kapsayıcı demokraside siyaset, bir yandan kadına karşı ayrımcılığı, kadına yönelik ve aile içi şiddeti önleyici hukuki ve pratik önlemleri alırken, diğer yandan da kadın-erkek eşitliğini geri dönüşü olmayan güvenceye kavuşturmayı hedeflemelidir.
Uluslararası hukuk ve ona bağlı iç hukuk yeterli normatif zemini sağlamakta. Sorun, siyasetin bunu etkin uygulamaya dönüştürmemesi.”
Diplomasi yaşamımda gurur duyduğum görevlerden biri de, “Kadınlara Karşı Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi” (İstanbul Sözleşmesi) Taraf Devletler Komitesi’nin ilk........