Diğer
T24 Haftalık Yazarı
09 Haziran 2024
Bir sürgün ve dostluk hikâyesi…
1970’li yılların Ankara’sında başlayan, sürgün yıllarıyla pekişen, gücü asla eksilmeyen bir dostluk. Farklı ülkelerde, farklı zorluklarda ülkemizin sert rüzgarlarında nefes almaya çalışan, birlikte büyüyen, edebiyata ve sanata adanmış iki hayat.
Can Yayınları’ndan yayımlanan “Sazın Teli Koptu”, Zülfü Livaneli-Erdal Öz dostluğunun anılarla, mektuplarla, söyleşilerle, yazılarla kurulmuş hikâyesi olduğu kadar, Türkiye ve Avrupa için bir dönem panoraması da sunuyor.
"Saz çaldın mı
Sağ elin geçmiştedir
Sol elin
Gelecekte."
Yaşadığımız topraklar her dönemde zor. Sürekli mücadele içindeyiz. Ancak bizden önceki kuşaklar da ağır, zor şartlar yaşamışlar. Livaneli’nin dediği gibi, “Yönetimler, aydın ve yetenekli insanları kitleler halinde yok etti ve meydan sadece ideolojik mensubiyetin yeterli sayıldığı vasatlara kaldı.” Vasatla mücadelemiz, nepotizm, maddi sorunlar, barınma problemi altında eziliyoruz ve sesimiz kısılıyor. Ancak iki dostun mektupları ve Livaneli’nin bugünden geçmişe yorumlarını okuyunca umudum tekrar canlandı. Direnmeliyiz ve her şey çok daha güzel olacak… Neden olmasın ki? Hayat da tam bu değil mi?
Dostluğun, direnmenin, ayakta kalma mücadelesinin en yalın hali “Sazın Telin Koptu”yu mutlaka okumalısınız.
- Bir dönem, bir dostluk hikâyesi. İç dünyanızdaki yalnızlığı, mücadelenizi okumaya doyamadım. Rahmetli Erdal Öz’le karşılıksız, beklentisiz, derin ve sessiz bir dostluğunuz var. Yollarınız nasıl kesişti?
Erdal'la Ankara'da tanıştık. Büyük Sinema Pasajı içinde Erdal'ın, çok tanınan Sergi Kitabevi vardı. Hemen hemen bütün okur yazarların uğrak yeriydi. 1960'lardan sonra iyice hız kazanan yeni kitapları, uzun çalarları saatlerce incelediğimiz, aynı zamanda Erdal'la da sohbet ettiğimiz, kültür mabedi gibi bir kitapçıydı. Oraya gide gele Erdal’la dost olduk. Eşi eczacı Ülkü ve benim eşim Ülker’le hep birlikte yemekler yedik, geceler boyu sohbetler ettik. Ben saz çaldım, türküler söyledim ve aramızda çok yakın bir dostluk oluştu.
- Mektuplar bir anlamda da kişisel tarihçeniz. Erdal Öz’ün ilerleyen yaşlarında sorguladığı gibi insan yaşlanınca mı önemsiyor kendi tarihçesini? Asla size yaşlı demiyorum, kızmayın bana.
Niye kızayım? Yaşlanmak, daha doğrusu yaşlanabilmek iyi bir şey, çünkü alternatifi daha beter. :) Yaşlanınca insanın geçmişine merakının artması, ailesine ve kökenlerine dönmek istemesi kaçınılmaz bir olgu. Ben bunu Yaşar Kemal’de de gördüm, kendisini annesinin köyüne götürmemi isteyen Elia Kazan’da da İlhan Koman’da da. Galiba Atlantik Okyanusu’nu geçerek doğdukları yere dönen somon balıkları gibiyiz hepimiz.
- Satırları okurken Erdal Öz’ün duygusal devinimlerini çok merak ettim. Neden size yazdığı mektuplar kitapta yer almıyor?
Erdal'ın gönderdiği mektupları onun yaptığı gibi saklamıştım, gerçekten ilginç mektuplardı ve dediğiniz gibi Erdal Öz gibi önemli bir sanatçının iç dünyasını yansıtıyordu. Mektupları ailesine göndermiştim ama bir türlü bulunamadı. Erdal ise benim mektuplarımı yayına hazırlamış, düzenlemiş notlar almış. Ne yazık ki onun yazdıklarını henüz bulamadık.
- Umarım tez vakitte bulunur. Peki birçok dostunuz olsa da sanırım Yaşar Kemal ve Erdal Öz ayrı bir yerde. Neden başkası değil de Erdal Öz?
O dönemlerde pek çok arkadaşımız vardı ama darbe ve hapisler dönemi sonunda herkes çil yavrusu gibi dağıldı, bazı arkadaşlar öldürüldü. Erdal kadar uzun süren bir dostluk sadece Yaşar Kemal ile oldu.
- Yurtdışındaki başarılarınızı destekleyen ve sizi gerçekten sevmiş bir isim Erdal Öz. Yaşadığınız haksızlıklar dostluğunuzun ortak noktası olabilir mi?
Ebru, o dönemde yalnız Erdal ve ben değil, çok kişi haksızlığa uğradı. Soğuk savaş yıllarında Türkiye gibi NATO'nun ileri karakolu konumunda bir ülkede solcu olmak, Küba’da sağcı olmak gibi bir şeymiş. Devlet mekanizması asker ve sivil olarak sadece solu ezmeye odaklanmıştı. Dünyanın birçok ülkesinde 68 kuşağına mensup gençler daha sonra ülkeleri yönettiler. İyi yetişmiş oldukları için ülkelerini ileri götürdüler ama Türkiye'de böyle olmadı. Yönetimler aydın ve yetenekli insanları kitleler halinde yok etti ve meydan sadece sağ ideolojik mensubiyetin yeterli sayıldığı vasatlara kaldı.
- 1974 yılında başlayan mektuplarınızda yalnızlıktan yorulmuş, üzgün, ailesini geçindirme derdinde ve memleket özleminde bir Livaneli var. Bugünden o günlere dönseniz ne söylerdiniz 29 yaşındaki Ömer Zülfü’ye?
“Aynen devam et” derdim, “bestelerini yapmaya, kitaplarını yazmaya devam et.” Çünkü bundan başka bir yaşam biçimi bilmiyorum. Zor bir hayattı bizimki. Ben söyleşilerimde ya da kitaplarımda yakınmayı, kendime acındırmayı, “Şöyle çektik, böyle çektik, parasız kaldık” demeyi sevmem ve hiç yapmadım; hani “Kan tükürdük, ‘Kızılcık şerbeti içtim’ dedik” diye bir söz var ya o bizim aileye çok uygun. Ama yakın bir dostuma yazdığım mektuplarda sizin de gördüğünüz gibi bu durum ortaya çıkıyor. Türkiye'de yalnız hükümetler değil, basın, korsan kasetçiler, dedikodu yaparak rahatlayabilenler, dayanışma içinde olması gereken kesimler Yaşar Kemal'i, Nazım Hikmet’i, Erdal Öz’ü, Orhan Kemal'i ve daha birçok kişiyi kırdılar, kıskançlık hezeyanları içinde yok etmeye çalıştılar.
Dolayısıyla hepimiz devlet baskısıyla, kamuoyunun duyarsızlığı ve aydınların negatif duyguları arasında kaldık. Hayat boyu çektiğimiz parasızlık ise başka dert. Dikkat ettiyseniz umarsız bir şekilde para bulmaya, ailemi geçindirmeye çalıştığım uzun yıllar, albümlerimin bir numara olduğu bir dönem. Yıllar içinde albümlerim korsan kasetler ve korsan plaklar şeklinde milyonlara ulaştı ama ben bütün o dönemde kızımı okutabilmek için arkadaşlarımdan borç almak zorunda kalıyordum. Parasızlık uzun ve ağır bir hastalık gibidir, ben ve Ülker bunu çok iyi biliriz. Şimdi tutumlu olduğumuz, aşırı masraflarımız olmadığı için geçinebiliyoruz ama bu pahalılık yine korkutmaya başladı doğrusu.
- 1972-73’te üç kez hapse girilmiş, Denizler asılmış ve o dönemde tekrar hapse girme şüphesiyle ve dostlarınızın yardımıyla sürgün hayatınız başlıyor. O süreci biraz anlatır mısınız?
Acı günler tabii. Denizler asıldı, Sinanlar vuruldu, Mahirler paramparça edildi ve bizler hapiste bu korkunç haberleri alarak acı çektik. Dayanabilmek için sazımı alıp ağıtlar yaptım ve kendi kendime yemin ettim; “Bu acıları, bu zulümleri dünyaya duyuracağım” diye. İsveç'e gider gitmez ağıtları bir uzun çalar yaptım, Belçika'da Coodif bastı, Süleyman Demirel kabinesi hemen yasakladı albümü ama kasetler vasıtasıyla Türkiye'ye girdi, köylere kadar ulaştı ve cuntaya karşı direnişin sesi oldu. Bir görevdi bu.
- Aynı yıllarda Türkiye’de hakkınızda iftira ve karalamalar başlamış ve çok zor günler yaşamışsınız. Özellikle........© T24