Prof. Dr. Hakan Türkçapar: Hayatını iyi yaşamış insanlar, ölümü daha rahat kabul edebiliyor; "farkında olmak"tan kaçamayız |
Diğer
T24 Haftalık Yazarı
21 Aralık 2025
Prof. Dr. Hakan Türkçapar
Prof. Dr. Hakan Türkçapar’ın Fark Et – Düşün – Hisset – Yaşa adlı kitabı Kronik Kitap’tan yayımlandı. Depresyonun ve kaygının sıradanlaştığı, “anlam” sorusunun sıkça dile getirildiği bir dönemde Türkçapar, meseleyi tanı listeleriyle değil, insanların zamanı nasıl yaşadığı üzerinden ele alıyor. Günümüzde “mutsuzluk, karamsarlık, bıkkınlık” gibi duygularla “depresif” ya da “ruhsal rahatsızlıklara sahip” olmak arasındaki sınır giderek bulanıklaşıyor. Duygularımızı tanıyamıyor, çoğu zaman yanlış adlandırıyoruz. Herkes depresyonda, herkes her an öfke nöbetleri yaşıyor. Tartışmaktan çok pasif-agresif tutumlar sergiliyoruz. Düşüncelerimiz ve yargılarımız, gerçek duygularımızın üzerine gölge düşürüyor. İşte tam bu noktada Türkçapar, “fark etmek” yolculuğunu merkeze alıyor. İsteklerle ideallerin birbirine karıştırıldığı, duyguların bastırıldığı bir hayatın neden giderek daraldığını sorguluyor. Ona göre hayatı anlamlı kılan şey, ulaşılacak hedefler değil; koşullardan bağımsız yöneldiğimiz değerler.
İşte bu sebeplerle Hakan Türkçapar’ın kapısını çaldım. Çok keyifli, aydınlatıcı, sorgulayıcı ve ezber dışı bir sohbet oldu. Kaygının neden çağın baskın duygusu haline geldiğini, düşünceyle gerçeğin nasıl birbirine karıştığını, sosyal medyanın yarattığı sahne hissini, tükenmişlik ve yetersizlik duygusunu, kaçınma davranışlarının hayatı nasıl zorlaştırdığını konuştuk.
- Acılarla, zorluklarla, mutsuzluklarla dolu kısacık hayatımızda pek çok alana bölünmüşken, hayatın anlamı nerede başlıyor?
Hayatımızda pek çok alan var. Örneğin insanların psikolojik olarak gelişmesine dönük bir işle uğraşıyorum; bu benim için hem mesleğim hem de anlamlı bir uğraş. Bunun yanında kariyerimiz, yaptığımız iş, vakit ayırdığımız sorumluluklar var. Duygusal alanımız var, eşimizle, sevgilimizle, çocuğumuzla, akrabalarımızla paylaştığımız zamanlar var. Kendi bedenimizle ilgili ayırdığımız zaman var; nasıl göründüğümüz, ne yediğimiz, ne içtiğimiz gibi. Günümüz, bu farklı alanlarda yaptığımız etkinliklerle geçiyor. Hayata anlamını ya da anlamsızlığını veren şey de aslında zamanın nasıl geçirildiği. Burada, Carl Rogers’tan itibaren psikoloji literatüründe önemli bir yeri olan “değerler” kavramı devreye giriyor. Bu kavram çoğu zaman istekle karıştırılıyor. Örneğin bu konuşmanın iyi geçmesini, dinleyenlere bir şeyler aktarabilmiş olmayı istiyorum. Bu bir istek. İdeal ise bunun arkasında yer alan ben bunu neden yapmak istiyorum sorusuna verdiğimiz cevap.
- Asıl soru şu: Bunu neden istiyorum?
Çünkü benim için hayattaki temel konulardan biri, diğer insanlarla yakın ilişkiler içinde olmak ve onlara katkıda bulunmak. Bu farklı kuramsal çerçevelerde farklı biçimlerde açıklanabilir. Freudyen yaklaşımda, başkalarına yardım etme isteği başka dinamiklerle ilişkilendirilebilir. Ama bunu bir kenara bırakalım. Benim için ideal olan şey, insanları olumlu etkileyebilmek. Bu bir değer. Değer dediğimiz şey ise, kimsenin sizin elinizden alamayacağı bir yönelimdir. Koşullar ne olursa olsun, ona dönük davranabilirsiniz. İstekler ve hedefler ise bizim tam kontrolümüzde değildir; başka insanlara, hayata ve koşullara bağlıdır. Bu nedenle daha çok değer yönelimli bir hayat yaşadığımızda, hayat anlamlı hale gelir. Kendimizi bazen iyi, bazen kötü hissederiz; bu çok doğaldır. Ama yaşamda bizim için önemli olan değerlerle bağımız koptuğunda, zaman kötü bir deneyime dönüşür. Kendimizi kötü hissetmeye başlarız ve bu noktada “Ben niye yaşıyorum?” sorusu ortaya çıkar. Hayat anlamsız gelmeye başlar.
- Son dönemde hem ekonomik hem de hayatın geneline yayılan ciddi zorluklar yaşıyoruz. Bu koşullar depresyon yaşayan insanların sayısında bir artışa yol açtı mı?
Depresyon bu tür koşullardan etkilenebiliyor. Ancak burada önemli bir ayrım var. Bazı psikiyatrik rahatsızlıkların görülme oranları oldukça sabittir. Örneğin bipolar bozukluk, yaklaşık yüzde bir–iki oranında görülür ve bu oran ülkeden ülkeye çok fazla değişmez. Şizofreni için de benzer şekilde yaklaşık yüzde bir civarında bir oran söz konusudur. Depresyon ise daha değişkendir. Büyük toplumsal ve çevresel olaylardan etkilenir. Örneğin COVID salgınından sonra dünya genelinde depresyon oranlarının arttığını biliyoruz. Özellikle gençlerde hem depresyon hem de intihar oranlarında artış görüldü. Hiçbir psikiyatrik durumu tek bir etkenle açıklayamayız. Sosyolojik ve toplumsal koşullar bu oranları etkiler ve bu etki en çok depresyon ve kaygı bozuklukları gibi daha psikolojik nedenli sorunlar üzerinden ortaya çıkar.
- Kaygı çağında yaşıyoruz. Teknolojik gelişmeler her gün biraz daha artıyor ve hayat zorlaşıyor. Pazarlama dili olarak korku ifadeleri kullanılıyor. Günümüzde yaşadığımız sorunları düşünecek olursak kaygı duymak normal değil mi? Kaygılanmaktan neden bu kadar korkuyoruz?
Hakikaten kaygı çağı denebilir. Türkiye’de buna bir de yüksek öfke eşlik ediyor. Çünkü öfke, kaygıya kıyasla daha kolay tolere edilen bir duygu. Bu nedenle kaygı, özellikle kişiler arası ilişkilerde sık sık öfke olarak karşımıza çıkıyor. Kaygının temelinde şu var: Kendi kapasitemizle karşı karşıya olduğumuz tehlike arasındaki oran. Eğer başa çıkmamız gereken şeyleri çok büyük, kendi gücümüzü ise çok küçük görürsek kaygı ortaya çıkıyor. “Tehlike büyük ve ben bununla baş edemem” duygusu. Öfke ise bu noktada kişiye geçici bir güç hissi veriyor. Burada şunu da unutmamak lazım: Bugünün dünyasına uygun bir beyin yapısına sahip değiliz. Evrimsel olarak insan beyninin son büyük değişimi yaklaşık 60–90 bin yıl önce gerçekleşti. O günden bu yana donanımımız aynı. O dönemin dünyası küçük topluluklardan oluşuyordu; 150–200 kişilik gruplar, herkesin birbirini tanıdığı, sürekli hareket halinde olunan avcı-toplayıcı toplumlar. Ortalama yaşam süresi kısa, dış tehlikeler çok yüksekti. Kaygı sistemi de bu tehlikelerle baş etmek için gelişti ve bu açıdan son derece işlevseldi. Bugün ise tehlikeler daha çok zihinsel. Sürekli bir bilgi bombardımanı altındayız. Dünyanın herhangi bir yerindeki en olumsuz olay anında önümüze düşüyor. Bunun yanında sosyal karşılaştırma da olağanüstü arttı. Beynimiz 150 kişiyi idare edecek şekilde evrimleşmişken, şimdi bütün dünyayı idare etmeye çalışıyor. Bu da yetmezmiş gibi herkes herkesi kıyaslıyor. Kendi alanında yeni başlayan biri bile kendini dünyanın en iyileriyle karşılaştırabiliyor. Sosyal medya, bu karşılaştırmayı sürekli kılıyor. Andy Warhol’un söylediği gibi, herkesin 15 dakikalığına ünlü olma ihtimali var artık. Bu da kaygıyı besleyen çok güçlü bir zemin yaratıyor.
- Herkes sanki bir sahnedeymiş gibi yaşamıyor mu?
Tabii. Bir de onlarla yarışıyorsunuz, bir resim koyabilmek için hani bir tane çekiyor, iki tane çekiyor, on tane çekiyor. Sosyal medyaya, işte Instagram’a vesaire konulan resimlerin yüzde yetmişi rötuşluymuş. Beynimiz gerçekten olanla gördüğü arasında fark görmez. Yani ben sizi o resimde gördüğümde “bu insan çok güzel, çok güzel yaşıyor, çok güzel giyiniyor, neşeli” diye düşünüyorum, çünkü gülümsüyor. Hiç kimse kötü anlarını koymuyor. Dolayısıyla inanılmaz bir uyaran bombardımanı ve beynimiz, o gördüğüyle gerçek arasında ayrım yapmadığı için de maalesef, hani derler ya, dünyanın derdi omuzlarında…
- Son yıllarda hayatımıza giren tükenmişlik, yetersizlik hissi ve FOMO gibi kavramları düşündüğümüzde, bu tür sorunların artması ya da yeni psikolojik rahatsızlıkların ortaya çıkması sizce normal mi?
Yeni sıkıntı kaynaklarıyla karşı karşıyayız. FOMO dediğimiz, bir şeyleri kaçırma korkusu bunlardan biri. Kaçırmamak için her şeye yetişmeye çalışma hali, elimizde zaten var olan bazı psikolojik mekanizmaların adeta hacklenmesi anlamına geliyor. Sosyal onay insan için hayati bir ihtiyaç. Diğer insanlar olmadan yaşayamayız. Sosyal medya uygulamaları ise, bu ihtiyaca duyarlı beynimizi çok iyi kullanıyor. Bu platformları geliştiren ekiplerin içinde psikologların da yer alması tesadüf değil. Her platformun kendine özgü bir ruhu var. Örneğin X’te daha fazla öfke ve........