menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Sinemanın büyüsünün izinde…

36 1
16.08.2025

Diğer

16 Ağustos 2025

Jak Şalom

Seneler, seneler evveldi. On altı, on yedi yaşlarındaydım. Yazları Büyükada’ya gidiliyordu. Akşam gazetesini, Çetin Altan’ın “Taş” köşesindeki taşlamalarını okumaya başlamıştım. Bir gün arkadaşım Reha Uz’la birlikte, Akşam’ın sanat sayfasında küçük bir haber gördük: “Türk Sinemateki açıldı…” O yaz sıcağında yemedik içmedik, ertesi gün vapura atladık, doğru İstanbul’a. Gazetede verilen adres, Beyoğlu Balıkpazarı, Ali Han. Karaköy’den Tünel’e binip Tünel’e çıktık. (Şu dünyada kaç Tünel Tünel’e çıkar ki!) Ver elini Balıkpazarı. Ali Han’ı bulduk. Kaçıncı kattı, hatırlamıyorum; tek hatırladığım, yeni yapılmış, pek çok odası henüz boş iş hanını kaplayan taze badana kokusu.

Aralık duran kapıdan girdik. İçerisi daha yeni yerleştiriliyor. Birkaç kişi var odada. Belki Onat Kutlar, belki Hüseyin Baş, belki Ömer Pekmez, belki Altan Yalçın, belki Jak Şalom… Biz daha hiçbirini tanımıyoruz. “Sinematek kurulmuş. Üye olmaya geldik,” dedik. “Üye kaydı daha başlamadı. Birkaç gün sonra gelin,” yanıtını alınca biraz bozum olduksa da kararlılığımızdan bir şey kaybetmedik; birkaç gün sonra yeniden karşılarında bittik.

O sonbahar Bomonti’deki Kervan Sineması’nda gösterimler başladı. Biz de yağmur çamur, kar kış demeden, Visconti’lerin, Rossellini’lerin, Fellini’lerin, Antonioni’lerin, Germi’lerin, Godard’ların, Truffaut’ların, Agnès Varda’ların müdavimleri arasına katıldık.

* * *

Aradan yıllar geçti. 1965’ten bu yana bu ülkede neler neler yaşandı. 12 Mart 1971 askeri darbesi, 12 Eylül 1980 askeri darbesi, işçi sendikalarının, pek çok sivil kuruluş ve derneğin yanı sıra Sinematek’in kapatılışı, ardı arası kesilmeyen baskılar, tutuklamalar, kitap toplatmalar, ara darbeler, darbe benzerleri, darbecikler… (Truffaut’nun Les quatre cents coups filminin adı Türkçeye yanlış olarak 400 Darbe diye çevrilmişti, ama Türkiye için geçerli bir ad olsa gerek!) Giderek toplumun ve teknolojinin hızlı değişimiyle birlikte sinema salonlarının birer birer küçülmesi, çoğunun kapanması…

* * *

Jak Şalom’un Bir Sinematekten Ötekine – Sinemayı Sevmek (Kırmızı Kedi yayınevi) adlı kitabı, bana, yalnızca Türk Sinematekinin kuruluş ve yaşam serüveninin öyküsünü değil, doğma büyüme bir sinema tutkununun Beyoğlu’dan başlayıp Paris’e, oradan Kadıköy’e uzanan uğraşlarını da okuma olanağı verdi. Kitabı okurken, Türk Sinematekinden Fransız Sinematekine, yıllar sonra da Kadıköy Belediyesi’nin Sinematek/Sinema Evi’nin oluşturulmasına uzanan bitmek bilmeyen bir sinema coşkusunun izini sürdüm.

Sinematek, benim gözümde, yalnızca dünyanın en seçkin yönetmenlerinin filmlerinin izlendiği bir mekân değil, aynı zamanda o dönemi yaşayan kuşağın önünde açılıveren engin bir kültür ufkuydu. Şalom’un anlattıklarında, bunun neden böyle olduğunu daha iyi kavradım.

Kuşkusuz, Sinematek’in kurulmasına ve yönetilmesine pek çok kültür insanı katkıda bulundu; ama bu konuda Onat Kutlar’ı ayrı bir yere koymak gerekir. Nitekim, Jak Şalom da “Türkiye’de sinema kültürünün yer etmesinde önemli bir rolü olan” Kutlar’a kitabında özel bir bölüm ayırmış.

Şimdi, Şalom’la onca yıl sonra bir aradayız. Ben soruyorum, o yanıtlıyor.

- Neden sinema? Sinema tutkusu nasıl bir şey?

Hareketli görsellerin sinema salonlarından başka hiçbir yerde izlenemediği yıllar söz konusu. Televizyon henüz gelmemiş Türkiye’ye. Bilgisayarın adı bile yok… Karanlık bir salonda kocaman bir beyaz perdede kocaman insanların, kocaman hayvanların, ağaçların, mavi denizde kayıkların devinimi, kent yaşamında duyulmayan sesler, sözler, müzikler, atılan kahkahalar, dökülen gözyaşları, dostluklar, ihanetler… Sinema salonlarının kendilerine özgü kokusu, evet, kokusu…

Bunların hepsi ve saymakla bitiremeyeceklerim, beni çocuk yaşta büyüledi de ondan, sinema. O yaşlarda okuduğum kitaplarda da filler, çağlayanlar vardı, ama âşıklar yoktu! Kitap okumak, bazı sayfaları, bazı cümleleri (bazıları ilk okumada anlaşılamadığı ya da çok beğenildiği için) bir daha okuyabilmek, kitabın kitaplıkta yer alabilmesi edebiyatın üstünlüğü olsa da sinemanın vurucu gücünü kabul etmekte zorlanmamıştım. İstanbul’da, Beyoğlu’nda oturduğum ve sinemaya sık sık gidebilme şansına da sahip olduğum için büyük çoğunluğun eğlenmek için gittiği sinemanın sanatsal, öğretici, düşündürücü yanlarına giderek artan bir tutkuyla yaklaşmam mümkün oldu.

- 12-13 yaşlarında bir çocukken, gördüğün filmlerin listesini yapmışsın. 1958-59 sezonunda izlediğin filmlerden Vittorio de Sica’nın “Bisiklet Hırsızları”na dört yıldız vermişsin. Bu film seni o yaşta neden bu kadar etkilemişti? Bunda, bisikleti çalınan Antonio’nun oğlu Bruno’nun payı var mıydı?

Hiç kuşkusuz benden yaşça biraz daha küçük olan Bruno’da, oluşmakta olan kendi değerlerimi bulmuştum. Babasının, çalınan bisikleti yüzünden işini kaybetmesi, oğlunda hayranlık duyduğu bir kahramanın imajının........

© T24