Yalnız ve güzel otogarım: Veliaht dizisi üzerine bir inceleme

Diğer

T24 Haftalık Yazarı

14 Aralık 2025

Veliaht dizisi hikâyesini İstanbul’un en geçişken mekânlarından biri olan Esenler Otogarı’nda kuran bir dizi. Mekânı yalnızca dekor olarak değil, Türkiye’nin güncel sosyolojisini sıkan, gevşeten, şekillendiren bir arter olarak kullanıyor, sınıf hareketliliğinin, kayıtdışı emeğin, taşranın, kent yoksulluğunun, yükselme arzularının ve düşüş korkularının aynı koridorda birbirine sürttüğü bir alanı izliyoruz hatta keşke daha çok izlesek. Hikâye, bir ailenin miras ve iktidar kavgalarını otogarın gündelik hayatıyla kesiştirerek ilerletiyor; melodram, arabesk ve modern sinema estetiğini aynı çerçevede bir arada tutan bir görsel doku kuruyor. Yönetmenliğini Sinan Öztürk'ün, senaryosunu ise Berrin Tekdemir, Necip Güleçer, Tunahan Kurt, Gökhan Şeker'in beraber üstlendiği dizi, Türkiye’deki yerli yapımların “yumuşak güç” niteliğini açıkça taşıyan ama aynı zamanda bu gücün karanlık ve kırılgan yüzünü gösteren örneklerden biri. Anlatmayı deneyeyim.

Veliaht’ı izlerken göze ilk çarpan şey, hikâyenin gerçek bir yerden gelmesi. Bu yer otogarın kendisi, zaten dizide de söylüyor Zülfikar Karslıoğlu, otogar Türkiye’dir diye, otogar hem Türkiye’nin geçmiş kırılmalarını hem de bugünün ekonomik ve sınıfsal gerilimlerini içeren bir düğüm noktası. Esenler Otogarı daha önce haberlerde, belgesellerde, politik tartışmalarda karşımıza çıkmıştı; ama dizi onu bir mikro-Türkiye olarak kullanıyor. Yoksulluğun içinden hayat akıyor ve melodramın her zaman aradığı “duygu zemini” kendiliğinden hazır hale geliyor.

Dizinin ilginç yanı, klasik melodramın en temel yapıtaşı olan keskin karşıtlıkları, iyi ile kötü, masum ile suçlu, yoksul ile zengin, kurmasına rağmen bunları katı ve geçirimsiz bırakmaması. Melodram genellikle moral evreni siyah-beyaz bir netlikle düzenler. Thomas Elsaesser’in tanımıyla melodram, “karakterlerin etik değerler üzerinden okunabildiği, duygunun adeta bir ahlaki pusula gibi işlediği” bir türdür; Yeşilçam’ın altın dönemindeki filmler de bu şemayı benimser, hatırlarız. Kötü karakter kötüdür, iyinin iyiliği tartışılmazdır, sınıf farkı duygusal bir engel olarak konulur ama karakterleri değiştirmez. Veliaht ise bu mirası alıp altını hafifçe oyuyor. Karakterlerin duygusal sınırları geçirgen; kötü görünen figür bir sonraki sahnede kırılgan oluyor ve seyircinin empatisini kazanabiliyor, doğru bildiğimiz karakter ani bir kararla yalpalayabiliyor. Bu, melodramın geleneksel “ahlaki kesinliğini” bulanıklaştıran ama aynı zamanda onu güncelleyen bir hamle. Seresçi hikâye anlatımını merkeze alarak konuşursam, hem döngüyü tutuyor hem de ona bir şey ekliyor. Günümüz seyircisi tek boyutlu karakterlerden çok, niyetlerinin ve arzularının çatıştığı, duygusal coğrafyası kaygan tipleri izlemeye alışık bence bu hali sebebiyle seyirciyi hafife almıyor, ona nasılsa ne versem onu izler muamelesi yapmıyor.

Dizideki bu esneklik özellikle yan karakterlerde öne çıkıyor, otogar esnafı, aile fertleri, işçiler, hatta dizinin antagonistini andıran figürler bile tamamen kötü olmuyor. Onların da bir hikâyesi, bir yarası, bir eski hatası ya da bir pişmanlığı olduğu ima ediliyor. Bu, hem Yeşilçam melodramının sert ahlakçılığıyla hem de Latin Amerika telenovelasının fazlasıyla sabit karakter şablonlarıyla bir kopuş oluşturuyor bana kalırsa, tek ya da ilk örnek bu dizi değil ama iyi bir örnek olduğunu düşünüyorum. Karakterlerin gri bölgeleri çoğaldıkça, hikâye yalnızca acının ve aşkın gösterisi olmaktan çıkıyor; toplumsal ve sınıfsal yarılmaların içinde salınan, insan davranışının tutarsızlıklarını kabul eden bir anlatıya dönüşüyor.

Otogarda topuklu ayakkabı ve mini etekle dolaşan kadınların gerçekçiliği tartışmalı olsa da, bunun da bir baştan çıkarma ekonomisinin ürünü olduğu açık. Türkiye dizilerinin çoğu, seçilmiş güzellikler, uzun bacaklar, pürüzsüz yüzler, ışıklı mekânlar üzerine kurulu. Veliaht güzelliği hiç reddetmiyor ama en azından güzellik ile emek arasındaki gerilimi görünür kılıyor.

Bu noktada baştan çıkarma ekonomisini Baudrillard’ın popüler kültür için kullandığı anlamıyla düşünmek gerekir. Görüntü, anlatının önüne geçerek seyirciyi çeken, onu “inandırmaktan çok cezbetmek” için üretilen bir yüzeydir. Türk yerli dizilerinin uluslararası başarısını mümkün kılan en önemli faktörlerden biri bu görsel baştan çıkarma politikası. Diziler belli bir güzellik ekonomisi yaratır. Güzellik, seyircinin ekranda görmek istediğini bildiği “çekici yüzler” üzerinden dolaşıma girer. Bu konu başlı başına apayrı anlatılabilir ama ben bu konuyu t24 Haftalık’taki 19 Ekim tarihli “İsraf mı, İhtiyaç mı?” yazımda biraz anlatmıştım.

Bu temsil meselesi, melodramın uzun süredir taşıdığı estetik zorunluluklar ile güncel dizi üretiminin piyasa kodları arasında sıkışıyor. Kadın karakterin her an “gösterilebilir” olması, özellikle ana-akım dizilerde hâlâ temel bir görsel ekonomiye bağlı; kadın, gündelik hayatın içinde bile parlatılmış bir beden olarak var edilmek zorunda. Bu, erkek karaktere tanınan dağınıklık, pasaklılık, iş kıyafetlerinin sağladığı doğal hak ile belirgin bir karşıtlık oluşturuyor. Dolayısıyla dizideki kadın temsiline dair eleştiri yalnızca estetik değil; toplumsal cinsiyet rejiminin görsel mantığına dair bir eleştiri.

Yerli dizilerde oyuncu seçiminin sert bir şekilde fiziksel görünüşe dayandığını, başrol oyuncularının çoğunun model kökenli olduğunu ve “güzel, çok yetenekli, duygulu oyuncu” kavramının uluslararası izleyici tarafından başarı faktörü olarak sayıldığını biliyoruz. Bu, yalnızca estetik bir tercih değil; Türkiye’nin son 20 yılda kurduğu dizi endüstrisinin merkezine yerleşmiş bir görsel standartlar rejimi. Bu rejim bir yandan Türkiye’nin küresel kültür piyasasındaki rekabetini yükseltiyor, diğer yandan içeride gerçekliği büküyor. Çünkü üretim mantığı şu, gerçekçilikten çok çekicilik satıyor. Üstelik bu estetik yalnızca yüzlere değil, kıyafetlere, dekorasyona, yaşam tarzı fantezilerine kadar yayılıyor.

Ama bence Veliaht burada şimdiye kadarki bölümleri üzerinden söyleyebilirim ki, bir denge kuruyor gibi.

Yapısı melodram fakat karşıtlıklar gevşetilmiş dedim ya, böylece anlatının merkezine karakterlerin seçimleri ve özgürlük fikirleri yerleşiyor. Melodram geleneğinde kader çoğu zaman mutlak bir kuvvet olarak işler, özgürlük ise ancak kaderin duvarına çarptığında görünür hale gelir. Veliaht bu düzeni ters yüz ediyor. Serra Arıtürk’ün karakteri Reyhan’ın “Ya iki seçim hakkımız varsa ve ikisinden birini seçmek zorundaysak?” sorusu, melodramın kadim özgürlük–kader eksenini Bauman’ın modernlik yorumuna yaklaşan bir tereddütle yeniden kuruyor, modern insanın trajedisi seçeneklerin çokluğu değil, seçeneklerin yarattığı sorumluluk baskısıdır. Dizinin ahlaki bu baskının içinde şekilleniyor; karakterlerin seçim anları, iyi ya da kötü olmaktan ziyade yük taşıyabilme kapasiteleri üzerinden okunuyor.

Dizinin yer yer arabesk tonları var; fakat bu arabesk artık 1980’lerdeki gibi sistemin dışına itilmiş, “varoş kültürü”ne indirgenmiş bir altkültür........

© T24