menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Bülbül yok ve de gül yalan, ızdırap benim iptilam

19 0
26.01.2025

Diğer

T24 Haftalık Yazarı

26 Ocak 2025

Unsere Mütter, Unsere Väter (2013), II. Dünya Savaşı’nın kaotik atmosferini beş genç arkadaşın gözünden anlatan etkileyici bir Alman mini dizisi. Wilhelm, Friedhelm, Charlotte, Viktor ve Greta isimli bu arkadaşlar, savaşın başında gelecekten umutludur ve birbirlerine savaştan sağ çıkacaklarına dair söz verirler. Sözü verdiklerinde yılbaşını kutlama 6 ay vardır. 6 ay sonra buluşalım derler, tam burada. Ancak savaşın acımasız gerçekleri, bu karakterlerin her birini ahlaki ve duygusal bir dönüşüme sürükler, buluşmaları ise, o kısmı belki izlemek istersiniz.

Dizinin en dikkat çekici yönlerinden biri, sıradan insanların savaş sırasında verdiği etik kararların, onların iyilik ve kötülük arasındaki yerlerini nasıl belirlediğini sorgulamasıdır. Wilhelm idealist bir asker olarak savaşa katılırken, kardeşi Friedhelm savaşın anlamsızlığını ve vahşetini hızla fark etmiştir aslında ama nafile. Charlotte hemşirelik yaptığı hastanede Yahudi hastalara nasıl davranacağıyla ilgili zorlu kararlarla yüzleşir, oysa en başında sadece sevdiğine yakın olmak için gönüllü olmuştur hastane görevine. Viktor, Yahudi bir terzidir, onun mücadelesi en baştan kaybedilmiş gibidir sevgilisi Greta ise şöhret peşinde koşarak savaşın karanlık yanlarını göz ardı etmeye çalışır, bu mümkün olabilecekmiş gibi. Bu karakterlerin hikâyeleri, kötülüğün sadece büyük liderlerin eylemleriyle sınırlı olmadığını, aksine sıradan bireylerin küçük ama kritik seçimleriyle nasıl şekillendiğini ortaya koyar.

Hannah Arendt’in “Kötülüğün Sıradanlığı” kavramı bu dizi için oldukça anlamlı bir referans noktası olabilir. Arendt, kötülüğün genellikle bilinçli bir kötü niyetten değil, düşüncesizlik, itaat ve toplumsal baskılara boyun eğmekten doğduğunu savunur. Dizideki karakterler de, bu tür sıradanlık içinde ahlaki sınırları aşar ya da direnmeye çalışır. Charlotte’un Yahudi bir hastayı ihbar etmek zorunda kaldığı sahne, izleyiciyi karakterin seçimleri üzerinden etik ikilemlere sürükler örneğin. Oysa Friedhelm ta en başında söylemiştir, bu savaş içimizdeki kötüyü ortaya çıkaracak diye.

Susan Neiman’ın Modern Düşüncede Kötülük kitabı, modern dünyada kötülüğün nasıl anlamlandırıldığını sorgular. Felaketler ve büyük ahlaki çöküşler karşısında toplumsal sorumluluğun sınırlarını irdeler ve kötülüğün tarihten bugüne kadar felsefi anlamda nasıl ele alındığını güçlü bir şekilde tartışır. Neiman’a göre, toplumsal sorumluluğun sınırları, bireylerin etik kararlar alabilme yetisi ve bu kararların kolektif düzeydeki etkisiyle belirlenir. Felaketler ve kötülük karşısında, bu sınırlar genellikle itaat, pasiflik veya düşüncesizlikle aşılır. İnsanlar, baskı ve korku altında hareket ettiklerinde, kötülük sıradanlaşır ve bu durum, toplumsal çöküşlerin zeminini hazırlar. Neiman, sınırların aslında ahlaki farkındalık ve eleştirel düşünceyle genişletilebileceğini savunur. Bireyler, kendi sorumluluklarını reddetmek yerine, olayların arkasındaki sistemleri sorguladığında, bu sınırlar etik bir dayanışmaya dönüşebilir. Yani sınırlar, düşünceyi ve sorumluluğu devreye soktuğumuzda genişler; pasif kalmayı tercih ettiğimizde ise daralır ve kötülük daha kolay zemin bulur. Bu noktada, ahlaki sorumluluk, sadece bireysel bir seçim değil, aynı zamanda toplumsal bir görevdir.

Simone Weil’in Kökler, İnsanın ve Ruhun İhtiyacı ise, adalet ve aidiyetin insan yaşamındaki yerini keşfeder. Weil, insanlığın temel ihtiyaçlarını anlamaya çalışırken, felaketlere karşı verilen tepkilerin bireysel ve toplumsal düzeyde nasıl şekillendiğine dair çarpıcı bir bakış sunar. Weil'e göre insanın temel ihtiyaçları, fiziksel hayatta kalmanın ötesine geçen, ruhsal ve toplumsal bir dengeyi sağlayan unsurlardır. Bu ihtiyaçlar iki temel kategoriye ayrılır,........

© T24