Yeşil pasaport ve vize üzerine

Diğer

Konuk Yazar

26 Ağustos 2024

Gazetelerde yer alan haberlere göre “yurt dışına gitmek isteyen binlerce vatandaşın vize talepleri reddedildiği için birçok meslek grubu yeşil pasaport peşine düşmüş ve TBMM’de bu konudaki kanun teklifi sayısı 19’a yükselmiş.” Necati Doğru, Sözcü’de “hela bekçileri de yeşil pasaport istiyor” diye yazarak kendisine iletilen talebi milletvekilleri duysun diye köşesine taşımış. Yine haberlere göre aralarında ABD, Kanada, İngiltere, Avustralya, Yeni Zelanda ve Meksika’nın da bulunduğu 40 ülke yeşil pasaporttan vize istiyormuş. Ve bu haberi tamamlayacak bir başkası da 2024’ün ilk altı ayında İngiltere’ye ulaşmaya çalışan kaçak göçmenlerde sayı bakımından T.C. vatandaşları üçüncü sırada ve oran ise yüzde 10 imiş. Bu sayı ile T.C. vatandaşları Suriyeli kaçak göçmen sayısını aşmış. Vize meselesinin nedenlerinden birisi kuşkusuz ekonomik göçmenlik ya da sığınmacılık. Vize alarak sınırları aşamayanlar kaçak göçmen olma yolunu deniyor.

Bugünlerde ülkemizin hem eğitimli genç nüfusu hem de eğitimli olmasa da kendine yeni bir yaşam kurmak için gençlerin önemli bir oranı, umudunu ve burada mutlu olma olanağını yitirdiğini düşünüp ülkemizi terk etmek ve gelişmiş Batı ülkelerine gitmek istiyor. Osmanlı döneminde Kırım Savaşı’ndan sonra Kırım ve Kafkasya, 1877-78 Osmanlı Rus Savaşı’ndan sonra da Balkanlardan; Cumhuriyet sonrasında ise ağırlıklı olarak Balkanlardan hep bu topraklara kitlesel göçler oldu. Yakın tarihimizde daha önce vatandaşlarımızın ülkelerini kitleler halinde kendi iradeleriyle terk etme ve uzak diyarlara göçmek isteme eğiliminin belki de tek örneği Osmanlı döneminde Balkan Savaşları sırasında yaşanmıştı. O tarihlerde artık Anadolu ve Balkanlarda askere alacak genç nüfus bulmakta zorlanan Devlet askerlikten muaf olan güney vilayetlerimizde (bugünün Irak, Suriye, Ürdün ve Suudi Arabistan gibi) yaşayan Arapları da askere almaya ve vergilemeye karar verince Lübnan, Suriye, Filistin gibi bölgelerde yaşayan özellikle de Hristiyan olan Araplar askere gitmemek için ağırlıklı olarak geniş kitleler halinde ve ellerinde Osmanlı pasaportu (o günlerde vize derdi yok) Arjantin’den ABD’ye Amerika kıtasının değişik ülkelerine göçmüşlerdi. “El Turco” diye anılmalarının nedeni de taşıdıkları pasaportları idi yoksa kendilerinin Türk olması değil. Bunlardan birisinin de Edward Said’in babası olduğunu ve Osmanlı’da asker olmamak için ABD’ye göçüp daha sonra da oranın vatandaşı olabilmek için I. Dünya Savaşı sırasında ABD ordusuna yazılıp Avrupa’ya geldiğini Said’in yaşam hikayesini anlatımından öğreniyoruz. Hadi onlar askerlikten ve vergiden muaf oldukları ve manevi bir bağlarının olmadığı, sadece vatandaşı oldukları bir devlet onlarla maddi bir bağ kurmaya kalkınca bu tür kitlesel göç eyleminde bulundular. Ama şimdi (çoğunluğunun nene-dedeleri, büyük nene-dedeleri Balkan Savaşları, I. Dünya Savaşı, Milli Mücadele’yi görmüş ve yaşamış, Cumhuriyet’in kurucu unsuru olmuş) genç vatandaşlarımızın önemli bir kısmı şimdi kapıyı açsanız (zaten açık) ve kendilerini kabul edecek bir ülke bulsalar (sorun ya da çaresizlik de burada başlıyor) kitleler halinde ülkesini terk etme psikolojisine, böylesi bir duruma neden ve nasıl sürüklendiler?

Vize meselesinin sıkılaştırmaya başlaması 1980’lerin sonunda Almanya’nın başını çektiği bir vize uygulaması ile diğer Avrupa ülkelerine yayıldı. Zaman içinde sadece vize uygulamasının kendisi değil vize koşulları da giderek zorlaştırıldı, ağırlaştırıldı. Zaten gergin bir konu olan vize meselesini İŞİD’in Suriye ve Irak’ın kuzeyini işgali, Suriye İç Savaşı sonrası gelişmeler, Orta-Doğu’daki gelişmelerde aldığımız politik pozisyon, Covid ve Rusya-Ukrayna Savaşı adeta ulusal bir sorun haline dönüştürdü.

Vatandaş, bizi yönetenlerden bu sorunu çözmesini bekliyor, ancak içinde bulunduğumuz ekonomik ve politik koşullar ile vizenin niteliği bu konuyu Türkiye’yi yönetenlerin kısa vadede çözebilecek olanak ve güce sahip olmadığını gösteriyor. Siyasetçi de bunu bildiği için daha önce yapılmış vize anlaşmaları ile sağlanmış olan yeşil pasaportlara vize muafiyetini bu pasaportları alanların kapsamını genişleterek kısmi bir rahatlama sağlayıp tencerenin buharını almak istiyor. Ama ne bu Kanun tekliflerini veren milletvekilleri ne de yeşil pasaport beklentisinde olanlar yapılmış bu anlaşmaların bir gecede askıya alınabileceğinin (bir sabah ansızın gelmek bu olsa gerek) farkında değiller ya da ya şimdiye kadar işe yaradığı için de ya tutarsa diye düşünüyorlar.

Konuyu bugünlerdeki durumumuz ile kıyaslayabilmek için biraz eski olan bir anımı paylaşarak ele almak istiyorum. Ama daha sonra buna bağlı olarak 1980’lerin başındaki genel resmi çizmeliyim. Pasaport ve vize ile ilgili bu anım 40 yılda mavi pasaportumuzla vizesiz gidebildiğimiz ülkelere artık vize bile alamaz durumuma gelmemizin hazin durumunu gösteriyor.

Maliye Bakanlığındaki görevimden Haziran 1981’de ayrıldım ve Yapı ve Kredi Bankası’nda genel müdür yardımcısı olarak işe başladım. Kamu görevinden ayrıldığımda üçlü kararname ile atanmış ve 1. derecede görev yapan bir memur olarak o günkü (bugüne göre koşulları çok dar olan yeşil pasaport verme) kuralların çerçevesinde yeşil pasaport alma hakkı olan bir vatandaş idim. Yapı ve Kredi Bankası’nda genel müdür yardımcısı olarak göreve başlayınca işim gereği pasaport aldım. Aldığım pasaport umumi pasaport olup rengi mavi idi ve aklıma hususi yeşil pasaport almak gelmesi için bir neden olmadığı gibi aslında o günlerde sanırım buna gerek de yoktu.

Yapı ve Kredi’de göreve başladıktan bir süre sonra 1981 sonbaharında Grubun patronu MEK, Caterpillar yedek parçası kaçakçılığı iddiaları üzerine tutuklanırım kaygısı ile İsviçre’ye Cenevre’ye gitti ve 1984 martına kadar geri dönmedi ve orada kaçak hayatı yaşadı (Dönünce de siyasetin onu affetmesinin bedelini YKB nasıl ödedi belki bir gün tartışırım.) Türkiye’deki işleri (internetin ve cep telefonlarının olmadığı bir dünyada) uzaktan kendince yönetmeye çalıştı ve Cenevre’deki şirketleri ile de iş yapmayı sürdürdü (Cenevre’deki iş yaşamının en yakın tanıklarından birisi de orada yönetici olarak çalışan eski AK Parti Milletvekili Emin Şirin’dir.) Mart 1982’de gerek Yapı-Kredi gerekse diğer bazı işler hakkında bilgi vermek ve bazı konuları görüşmek ve onun onaylarını almak amacıyla o sırada Yapı Kredi de genel müdür yardımcısı olan rahmetli Tuncay Artun ile birlikte Cenevre’ye gittik (bu gidip gelmelerim o yurda dönene kadar sürdü.)

O tarihlerde Cenevre’ye THY ve Swissair haftanın belli günleri (ve aynı günde olmayacak şekilde) uçuyor, uçaklar önce Zurih’e inip yolcularını bırakıp Cenevre’ye devam ediyorlardı. Dönüşte de Cenevre’den kalkıyor sonra Zürih’e inip oradan yolcu alıyor ve İstanbul’a doğru havalanıyordu. Yani bir tür uçak-dolmuş gibi idiler. İsviçre-Türkiye arasında Sabah İstanbul’dan kalkan ve giden uçak yolcu alıp geri döndüğünden tek bir gidiş geliş yapılıyor ve giderseniz bir gece konaklamadan dönemiyordunuz.

Yeşil pasaport alma hakları bulunan ancak ellerinde mavi pasaport olan iki eski kamu görevlisi halen özel sektörde yöneticilik yapmaya çalışan saf ve gariban iki genç olarak Cenevre hava alanına indik. Hava alanları şimdiki gibi kalabalık değil. Pasaport kontrolü kapısına gittik. Ama o da ne! Kapılarda hem kalabalık ve uzun sıralar olmadığı gibi hiçbirisinde görevli bile yok. Baktık herkes elini kolunu sallaya sallaya geçip gidiyor. Önce bir duraksadık ileride biraz uzakta üniformalı pasaport görevlisini gördük. Kapıyı işaret ettik ve pasaportlarımız gösterip damgalama işaret yaptık. Bize vücut diliyle geçin, beklemeyin işareti yaptı. Biz kendi ülkemizde giriş ve çıkışta pasaporta damga bastırma gerektiğini bilen kişileriz. Önce duraksadık ama geçtik. Valizlerimizi aldık. Dışarı çıkacağız ama içimize kurt düştü. Maliye rahlesinden geçmiş eski denetim elemanlığımız var ya. Kuşkulanmak ruhumuza işlemiz. Tuncay’a “Dur çıkmayalım, ne olur olmaz biz bu pasaportlara Cenevre’ye giriş damgası bastırmalıyız; sonra bakarsın döneceğimiz yer Türkiye, patron zaten kaçak durumda; bu damgalara ihtiyacımız olabilir” dedim. Aradık bir pasaport görevlisi olduğuna ikna olduğumuz bir üniformalı zatı durdurduk ve Cenevre’ye yeni iniş yaptığımızı, pasaportlarımıza ülkeye giriş damgası bastırmak istediğimiz söyledik. Adam(cağız) şaşırdı. Gerek yok dedi. Ama onu bir kere yakalamışız. Peşine takıldık. İlle de giriş damgası diye tutturdum. O nereye gider ise ben ve Tuncay ardındayız. Sonunda pes etti. Ve yüz ifadesinden içinden “çattık belaya, lanet olsun peki damgalatalım da kurtulayım” dediği okunuyordu. Bizi üst kata çıkarıp, uzun ve dolambaçlı koridorlardan geçip bir odaya götürdü. Oradaki görevliye şunların pasaportlarına bir giriş damgası basın dedi. O da pasaportlarımızı alıp giriş damgalarını bastı. Tuncay’la birlikte rahatlamış ve ileride çıkabilecek olası bir soruna karşı önlemini almış kişilerin gönül rahatlığı ile hava alanından çıktık.

O tarihlerde (1970’li ve 1980’li yılların ilk yarısı) ülkemize batı dünyasında ABD dışında vize uygulayan bir ülke de yoktu. ABD de sınırsız süreli vize verebiliyordu. Bir kez alabilirseniz ömür boyu yeni vize ihtiyacınız yoktu. I. Körfez Savaşı sırasında ABD sınırsız süreli vize vermeyi kaldırdı ve bu vizeleri verildiği tarihten itibaren 10 yıl ile sınırladı. Sovyet Bloku ülkeleri soğuk savaş nedeniyle vize uyguluyordu. Diğer yandan da 17 sayılı Karar nedeniyle sıkı bir kambiyo kontrolü olduğu için de ülkeden turist olarak yurtdışına ancak üç yılda bir çıkabiliyordunuz, bu 12 Eylül’den sonra iki yıla düşürüldü ve 1980’lerin ortasında Özal ile birlikte sınırlama kaldırıldı. Bankacılar da diğer iş adamları gibi iş nedeniyle çıkışlarda bu sınırlamanın dışında idiler ve görev nedeniyle yurt dışına çıkınca işyerlerinin ödedikleri kurumlar vergisine göre miktarı kademeli olarak değişen dövizi günlük harcama için alabiliyorlardı. O tarihlerde yurtdışına turist olarak çıkarken çok sınırlı (100 dolar, 200 dolar gibi) döviz almanız mümkün idi ve kredi kartı denilen ödeme aracı da henüz ülkemizde dolanıma girmemişti. Diğer yandan eşinize de isterseniz........

© T24