Güle güle Ahmet Abi

Diğer

18 Eylül 2024

Türkiye spor medyasının en farklı isimlerinden bir tanesi aramızdan ayrıldı: Ahmet Çakır. Yaklaşık yirmi yıldır tanıdığım ve her fırsatta konuştuğumuzda enerjisine hayran kaldığım insanlardan birisiydi. Kendisi ile yıllar içerisinde spor kitapları üzerine yapmış olduğu Kitaplı Spor ve Sporsever programlarına konuk olmuştum ve kitaplarım üzerinden ülke sporunu konuşmuştuk. Telefonu her açışında kurduğu "Adaş nasılsın?" cümlesini daima hatırlayacağım.

TRT ve radyo kökenli olup eski Türkiye'nin edebi yönü kuvvetli gazetecilerinden birisiydi. Bağırmadan, tane tane konuşarak, hakaret etmeden yorumculuk yapılabileceğini gösteren az sayıda kişiden bir tanesiydi ve ne yazık ki dönem o farklı kişiliklerin arzu edilmediği bir akışın içerisinde hepimizi sürükleyip götürüyordu.

İyi bir Galatasaraylı ve Metin Oktay hayranıydı. Taçlı Kral Metin Oktay kitabını oğlum Burhan Talimciler'e imzalayıp vermişti. Kütüphanemde imzaladığı 100 Yılın Aslanı, O Bir İmparator: Fatih Terim kitabı ile hayat hikâyesini anlattığı Bana Derler Balatlı isimli çalışma yer almakta.

2010 yılında Türkiye'de Futbol, Taraftarlık ve Şiddet (Beşiktaş, Fenerbahçe, Galatasaray ve Trabzonspor Örneği) başlıklı Tübitak projesi kapsamında yaptığım röportajın tam metnini aşağıya bırakıyorum.

Seni çok özleyeceğim Ahmet Abi. Ruhun Şad olsun. Kederli ailesi ve tüm sevenlerine baş sağlığı diliyorum.

- Bizim amacımız Türkiye'de futbol taraftarlık ve şiddet ilişkisi üzerine yürütmüş olduğumuz bu proje kapsamında siz basın mensuplarından görüş almak ve sizin kanalınızdan bu iş nasıl yansıyor, bu boyutlar üzerinde bir söyleşi yapmak. Türkiye'de son yıllarda özellikle arttığı söylenen ama nereye doğru gittiğiyle ilgili kimsenin net bir şey koymadığı bir futbol taraftarlığı, bir futbol fanatizmi, kiminin değişiyle futbol holiganizm ile ilgili bir sorunsal var ve bu sorunsalla ilgili olarak herkes bir şeyler söylüyor. Fakat kimse işin net olarak bilimsel bir boyutunu kimse ortaya koymuyor. Biz, sizden özellikle uzun yıllara dayanan mesleki tecrübenizi de göz önüne alarak bu konuyla ilgili düşüncelerinizi, bu olaya yaklaşımınızı ayrıca Türkiye'deki farklı aktörlerden özellikle medya boyutuyla ilgili düşüncelerinizi öğrenmek istiyoruz.

Öncelikle sizin Türkiye'deki futbol fanatizmiyle ilgili düşünceleriniz neler? Arkasından da siz bu olayların gerisinde nelerin olduğunu düşünüyorsunuz ya da bu olayların arkasında size göre farklı aktörler mi var ya da var olan sorunlar futboldan mı kaynaklanıyor, yoksa toplumsal boyutlarla ilgili başka sorunlar mı var işin içerisinde?

Bu konuda bir kere çok yalan söyleniyor. Yani Türkiye'deki bu futbol sevgisi, taraftarlık, fanatizm hiçbir yönden sağlıklı bir şey değil. Bir kere tabii ki pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da kavram kargaşaları var. Yani holiganizm nedir, nereden kaynaklanır; bir de herkes standart olarak holiganizmi eşittir şiddet olarak kullanıyor. Ben dünyadaki tanımını pek öyle bilmiyorum, uygulamayı öyle bilmiyorum. Tam tersine bugüne kadar gördüğüm örnekler, holiganizm dediğiniz şeyin ‘taciz ederek eğlenme' şeklinde olduğunu bana daha çok uygulamada gösterdi. Yüzde yüz kavram karşılığı sözlüklerde bu olmayabilir ama ben holiganizmi böyle anlıyorum. Bugüne kadar tanıdığım holiganlar taciz ederek eğlenme gibi bir yöntemi ön planda tutuyorlar. Şiddet biraz daha arkada.

Batı'daki holiganizm yahut futbol- taraftarlık ilişkisi ile bizdekiler arasında başka yönlerden de çeşitli farklılıklar var. Onlar da pek çok ülkede sahiden futbol seviliyor. Yani bugün İngiltere'deki futbol sevgisi, Almanya'daki futbol sevgisi taraftarlar bazında hakikaten örnek gösterilecek düzeyde. Almanya'da biliyorsunuz Dortmund yıllardır vasat bir çizgide ama her maç seksen bin kişi doluyor, işte bu futbol sevgisinin en görünen yanlarından biri. Vatandaş futbolu seviyor ve takımını sadece sonuçlarla ilgili olarak sevmiyor; Maça gitmeyi, Dortmund'u desteklemeyi… Bunlar Türkiye ile olan ciddi farklar. Bizde işte Fenerbahçe, Galatasaray veya Beşiktaş için çıldırdığını söyleniyor insanların. Hiç de öyle bir şey yok. Rakamlara baktığımızda, rakamlar çok cılız, çok düşük. Hele işte Galatasaray'ın Ali Sami Yen'deki maçları on-on beş bin taraftarla oynanıyor. En önemli maçlar bile öyle oynanıyor. Buralarda dünya kadar boşluk, belirsizlik, kavram kargaşası ve yalanlar var. O da neyin üzerinde konuştuğumuzu da çok zorlaştırıyor. Biz neyin üzerinde konuşuyoruz? Yani işte şiddetle olsun, öteki boyutlarıyla olsun futbol sevgisi denilen şeyde bence tamamen fıslamış durumdayız.

Futbolun kendisini değil etrafındaki gürültüyü patırtıyı çok daha fazla sevdiğimiz kanısındayım. Kavga, dövüş, boş konuşma, vb. Bu tabii dünya kadar sapmalara da yol açıyor. Benim yorumcu bazında da çok rahatsız olduğum bir konu var. İlle herkesin bu memlekette futboldan anladığı yönünde bir düşünce, bir yaklaşım, bir laf… Bunu en çok yorumcular yapıyorlar; kendilerine yandaş çekmek için. Yani vatandaş da futboldan anlıyor falan deniliyor. Hayır, ben öyle bir şey görmedim. Sen anlamıyorsun ki vatandaş nereden anlasın. Yani futboldan anlamak bence çok daha derinlikli bir şey. Diyelim yani şu adam anlıyor, bu adam anlıyor. Hayır, bir yığın eksiği var. Temel yayınları izlemiyor, en baba denilebilecek kitapların hiçbirini okumamış, Dünyada ve Türkiye'de ekol getirmiş yahut olay yaratmış teknik adamlarla konuşmamış, etmemiş… Yani dünya kadar boşluk bunlar. Ama anlıyor futboldan. Neden anlıyor? Top çizgiden geçtiği zaman gol oluyor, ofsayt değilse. Bunu bilmek futboldan anlamak değil. Dolayısıyla bu yönlerine fazla girmemek lazım. Olağanüstü bir kargaşa içinde, kaos içinde yaşıyoruz ama bizim hayatımız zaten böyle.

Sadece futbolla ilgili hayatımız değil kaos içinde olan. Sosyal hayatımız, ekonomik hayatımız, siyasi hayatımız, trafiğimiz vb. tam bir kaos. Bu kaosun içinde yaşamayı becerebiliyoruz. O zaman neyin üzerinde konuşacağımızı tayin etmekte ciddi insanlar olarak epeyce zorluk çekiyoruz. Biz neyin üzerinde konuşacağız? Yok efendim, futboldan anlayan milyonlarca insanın şiddet konusundaki yeri, durumu, bir türlü belirlenemeyen bir yığın insan ve bunların getirdiği sonsuz bir kargaşa.

Mesela, temel farklardan biri çok ilgimi çekiyor taraftarlık düzeyinde. Batılı taraftarların içki içtiği ve zaman zaman olay çıkardığı çok görülen bir şey. Ama ben, o taraftarlara da bizimkilere de çok fazlaca baktığımda ve bu yönden anlamaya çalıştığımda olayı şöyle gördüm: Onlar içki içiyorlar, eğlenmek için, maç çevresinde eğlenebilmek için. Bizim içki içenler bela çıkarmak için içki içiyorlar. Hakikaten çok somut bir şey bu. Bizde içki içmeye başlayandıysa onun bela çıkarma kararlılığı çok açık, hatta hem yalanlar hem bu kapsamda tanık olduğum, birebir yerinde yaşadığım olaylar var. Mesela, 2000'de Galatasaray'ın UEFA kupası maçı öncesinde olayları düpedüz biz çıkardık, yani biz Türkler çıkardık. Ama kolaylıkla İngilizlere mâl ettik. Öyle biz çıkardık ki İngilizler, Tivoli Meydanı'na açılan bir sokağın içindeki publarda içki içiyorlardı ve inanın kapıdan dışarı çıkmadılar bütün gün. Gün boyu defalarca ben de herkes gibi oraya gittim geldim akşamüzeri hâlâ çıkmadıklarını gördüklerinde bizim o dönemdeki bazı televizyoncular (adı lazım değil biliyorsunuz öyle adamlar), siz ne biçimsiniz, az önce küfretmişler gibi aşağılık birtakım kışkırtmalarla o publarda içki içip eğlenmekte olan İngiliz taraftarların üzerlerine saldırdı bizim taraftarlar. Onların karşılık vermesi, sonrasında dışarıda başka türlü olaylar (onlar da melek değil, onlar da saldırmış olabilir) gibi tatsız tuzsuz, bazı televizyoncuların özellikle beklediği bir ortamın doğmasına yol açtı ve yalanlar da o andan itibaren başlıyor. İngiliz taraftarlar şöyle yaptı, böyle yaptı… Hayır, kardeşim, senin holigan dediğin İngiliz taraftarların ben bugüne kadar çok yiğitçe olaylarına tanık oldum. Örneğin, 1990 dünya kupasında İngiliz ve Hollanda takımları aynı gruptaydı, Cagliari'deydiler ve o dönemde de holiganlık falan yeni yükseliyor –şiddet anlamında-, birbirlerine Cagliari Meydanı'nda dövüşmek üzere randevu verdikleri bir basın merkezinde dalga dalga yayılmaya başladı. O yıllarda da bilgisayarlar falan yeniydi daha. Bu gerçekleşti. Ama orada şartları vardı mesela. Hiç kimse silahla gelmeyecek, bıçak olamayacak, yumruklarla dövüşülecek ve karşılıklı üçer yüz kişi olacak. Yüzde yüz bir centilmen anlaşmasıyla bu uygulandı, yapıldı; iki taraf kavga dövüş girdi, kafa göz birbirlerine. Belli bir aşamada polis müdahale etti falan. Ama çok yiğitçe bir şey var burada.

Yani Batı'daki düello geleneğinin sonucu olarak, biliyorsun Çetin Altan Bey bunu ısrarla yazıyor. Bizde ise pusu geleneği var. Bizde taraftarın anlattığı büyük kahramanlık olayları: On kişinin bir kişi kıstırması mesela. Hakikaten bunu büyük bir kahramanlık gibi anlatıyorlar ve sorsan dünyada onlardan daha yiğit, daha delikanlı, daha dürüst, daha mert adam da yok. Öyle diyorlar. Ben hiç tanık olmadım. Benim bugüne kadar tanık olduğum bütün taraftar kavgaları denilen şeyler, yüz kişinin on kişiyi kıstırması, on kişinin bir kişiyi kıstırması falan. Ve sonra da bunu büyük şövalyelikmiş gibi falan, düelloymuş gibi anlatmak. Böyle akıl almaz birtakım şeyler.

- Tribünlerde küçük bir grubu 200-250 kişiyi alıyorsunuz onlara kafesin içine sokup sağdan soldan her şeyi atıyorsunuz. Bu taraftarlar arasında farklı şekillerde yansıyor yıllar önce Fenerbahçe'nin Galatasaray ile oynadığı maçta sidik dolu torbalar attılar.

Attılar evet.

- Ondan bir sonraki maçta Ali Sami Yen'deki maçta aynı şey oldu, bu sefer de kuş pislikleri falan atıldı ve bu olaylar bu şekilde yerleşiyor.

Bir de orada medyanın bir sıkıntısı var. Hiçbiri düzgün görülmeye yanaşılmıyor. Yani, tam olarak orada ne olduğu görülmeye yanaşılmıyor, onunla ilgili saptamalar yapılmıyor. Şöyle yargılar var: Mesela, kardeşim her yerde oluyor işte, Ali Sami Yen'de de oluyor, İnönü'de de oluyor, yani boş ver gitsin, böyle gelmiş böyle gider.

Şimdi hayır! Orada çok özel şeyler oluyor. Yani, Fenerbahçe Şükrü Saraçoğlu Stadı'nda bugüne kadar oldu, çok özel şeyler oldu ama bunu kime anlatırsın, nasıl konuşabilirsin? İşte, kamuoyunda adamların kafası yarıldı, Gerets'in kafası yarıldı, Mondragon kanlar içinde kaldı. Bu kadar somut olaylar bile 6-0'lık maçın, 4-0'ken, 74. dakikasında başkan Aziz Yıldırım sahaya inip anons yapmak zorunda kaldı, yapmayın etmeyin diye. Bunların hiçbiri yaşanmamışçasına olaylara yaklaşılıyor. Bu sadece Fenerbahçe'yle ilgili bir mesele değil. Sorunu ortadan kaldırabilmek için önce doğru görelim, nerede ne oluyor ona göre önlemler alalım ve çare bulalım. Hayır, çare falan bulunmaz. Yani, bu konuşma kapsamında değil, bana başka türlü de soruluyor. Diyelim şiddetle ilgili bir olay çıkıyor, kimi zaman futbol dünyasının dışında siyasi denilebilecek programlarda falan soruluyor. O insanlar çok şaşırıyorlar -spor dünyasından iyi kötü tanıyorlar-. Çözüm nedir Ahmet Bey, diyorlar. Yani şimdi tatlı tatlı konuştuk bir de çözeceğiz, evimize gideceğiz. Hayır, kardeşim, çözüm falan yoktur, çözüm yok! Çünkü senin çözümün böyle yaşamayı seçmiş olman.

Bir de çözümlere ortadan başlamak mümkün değil. Baştan işi sağlam tutacak, işte görüyorsun 5149'u çıkarıyorsun. Belki mükemmel bir yasa. Ama yani, inan içimden ne okumak geliyor ne… O da bir başka yönü, konuları zıplatmak istemiyorum.

Orada şöyle bir durum oldu: Son birkaç yıldır herhangi bir yasa ve yönetmeliğe, şuna, buna zerre kadar inancım kalmadı. 1990'ların başında bir şike olayı oldu. Boluspor'la Adana Demirspor arasında. Adana'daki maçı galiba Bolu satın almıştı. O yönü önemli değil, umurumda değil, takımların isimlerini vermek de çok önemli değil. Tahkim kurulu başkanıydı Ekrem Amaç ve dedi ki: İşler tatsız gitmeye başladı, üçe iki şike kararı verildi. Üçe iki de bir başka komedi. Çünkü on yedi parça hukukun tanıdığı nitelikte kanıt var şike olduğunu dair. İki tarafın yöneticileri, takım kaptanları, oyunculardan bazıları evet şike yaptık diyor. Bunlar dosyada var. Sonunda iş o noktaya geldi ki, Ekrem Amaç bana, bunlar dosyayı yok edecekler, al bunun bir kopyası sende kalsın, bunun fotokopilerini çektir dedi. Yani şike yapıldığına dair. Hakikaten şike sonra yok edildi, Ekrem Amaç görevden alındı, onun yerine adını vermek istemediğim bir beyefendi tahkim kurulu başkanı yapıldı ve bu sefer ikiye üç şike yoktur kararı çıktı.

Daha önce üçe iki şike vardır çıkmıştı. O günlerde işte her şeyi çok yakından izliyorum, yasa şunu diyor, yönetmelik bunu diyor. Onu izleyen bir zaman içinde Ali Sami Alkış beni öven bir yazı yazdı. Dedi ki, Türkiye'de yasa ve yönetmelikleri en iyi bilen gazetecidir dedi. Güzel, bu hoş bir şey. Onun verdiği referansla sonraki yıllarda çıkan çeşitli olaylarla ilgili insanlar beni aramaya başladılar. Televizyonlar, gazeteler hocam böyle bir olayda ne karar verilebilir, diyelim benzeri bir anlaşmazlık var. Ben de diyorum ki, yasa ve yönetmelikler bunu diyor, bu sonuç çıkar diyorum. Ama bir bakıyorum başka bir sonuç çıkıyor. Ben de biliyorum yasa ve yönetmelikleri ama burası Türkiye. Adam illaki o yasa ve yönetmeliğe bir takla attırıyor, kanun ya da yönetmelik her ne kadar böyle diyorsa da şöyle de yapılabilir vb. Uzman olduğum için gülünç duruma düşüyorum, yasayı ve yönetmeliği sahiden biliyorum. Gerçekten biliyorum ama o sırada Şenol Güneş'in söylediği şu: Türkiye'de hukukun gücü yok, güçlünün hukuku var.

Güçlü, o hukuka takla attırıyor, senin bildiğin, bilmediğin her şey komediye dönüşüyor. Peki, o zaman ben niye öğrendim? Şimdi şiddeti önleme konusunda da taraftarın şiddetle ilişkisi, şiddeti önleme… Bir toplantıda iki yıl kadar önce olimpiyat komitesindeki bir toplantıda, Galatasaray Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Ümit Kabasakal söyledi, çok basit bir gerçeği söyledi, çok önemli bir şey değil. Bu olayların önlenmesiyle ilgili olarak dünyada ne yapılıyor? Fransa'da sahaya bir koltuk atmanın cezası, uzun boylu mahkemeye gerek olmaksızın birkaç gün içinde sonuçlanıyormuş: Bir yıl hapis ve 15.000 Euro para cezası. Ama işte sorunu çözmek istiyor. Sen de her maçta hâlâ yağıyor, görüntüler açık, atanlar belli. Hiçbir şey yapamıyorsun. Niye yapamıyorsun? Yapamazsın da! Ortasından başlayamasın bir işi düzeltmeye. Çünkü bugüne kadar sahaya binlerce koltuk atılmış, sen günün birinde birdenbire birini gözüne kestireceksin, diyeceksin ki; sen, şu, o yaptı, onu yakala, al… E, bu ne? Adalet! Başka yönleri de var, nedir?

Sen karar verici olarak herhangi bir konuda çok açık, kesin ve net bir karar aldığında kendi aileni bile ikna edemezsin. Akşam eve gittiğinde diyecek ki sana annen baban, eşin çocuğun: Ya baba, niye bu kadar sert bir karar aldınız? Onlar da iyi çocuklar veya neyse yani. Yahut bir kulübe ceza verildi, diyelim küme düşürüldü. Olur mu baba, yüzyıllık tarihi var, bu kadar sert bir karar almak zorunda mıydınız, bugüne kadar hiç yapılmamış böyle bir şey vb… Sen de neye uğradığını şaşırırsın. Çünkü bu tür konularda ben hiç kimseyi suçlamam. Hatta bazı arkadaşlarım yayınlarda gevezelik ediyorlar ya da yazı yazıyorlar. Diyorlar ki; ben olsam şöyle yaparım, böyle yaparım. Hayır, hiçbir şey yapamazsın. Hatta ben bunu bir yayında şöyle anlattım: Diyelim ki bana yetki verdiler Türkiye'deki şikeyi, başka pislikleri, şiddeti, şunu, bunu, her şeyi önleyeceksin. Ama sana neler veriyoruz buna karşılık. Diyecek ki, önleyebileceğin süre kadar, diyelim beş yılda bana cumhurbaşkanının, başbakanın, genelkurmay başkanının yetkilerini vereceksin. Bunlar yetmeyebilir diyeceksin, bir de sana yüz bin kişilik ordu veriyorum, silahlarıyla falan. Hiçbir şey yapamam, hiçbir şey yapamam. Çünkü işin temeli adalet.

Ne yapacaksın? Diyelim şikeden dolayı soruşturma yapıyorsun, bir kapıyı açıyorsun a........

© T24