Portreler VI: Mark Knopfler - Elektro gitarın şairi X |
Thatcher 1979’da işbaşına gelince seçim öncesi vaat ettiklerini tek tek hayata geçirmeye başladı. Bu İngiltere’nin çok uzunca bir süredir yaşadığı ekonomik ve toplumsal durgunluk ve krizi daha da derinleştirdi. Örneğin Thatcher’ın karşı-devrimi önce İngiltere’yi sonra da ABD’yi pençesine almış olan “endüstrisizleşme” sürecini ivmelendirdi. 1980’ler ve hatta 1990'lar özelde İngiltere, genelde ise tüm Britanya açısından en önemli sorunlardan biri işi ve istihdamı yaratan endüstrinin giderek yok olması olacaktı. İşsizlik, güvencesizlik, devletin mali krizi, göçmen sayısının artışıyla birlikte giderek tırmanan ırkçılık, özellikle genç nüfusta giderek büyüyen umutsuzluk; Thatcher sanki bir kıyamet alameti gibiydi.
Aslında süreç kapitalist sermaye birikiminin işleyişinin doğal bir sonucuydu. Sermaye birikiminin zamansal ve mekânsal sabitleri olmaz, olamaz. Sermaye üretimi bir yerde yoğunlaştırdığında orada ebedi-mutlak bir kalıcılığa sahip olmaz. Maliyet avantajları, kriz, lojistik nedenler gibi bir dizi unsur nedeniyle tarihsel olarak mekanı terk ederek başka yerlere, başka evrenlere akar. Geride yüklü bir insani maliyet bırakarak yaptığı göçlerin sayısı çoktur. İnanmayan Liverpool’a, Manchester’a, Leicester’a, Sheffield’a, Bristol’e bakabilir (hatta Amerikan sanayileşmesinin kadim gözde mekanları olan Detroit veya Şikago da adlarını tanık listesine yazdırabilirler). Buraları tarihin ilk tüm ölçekli kapitalistleşme deneyimi olan İngiliz Endüstri Devrimi’nin doğum yerleriydiler. Birilerinin de dediği gibi, o vakitler buraları fabrika bacalarının, yerden pıtrak gibi fışkıran çiçekler ve otlar gibi fışkırdığı yerlerdi. Oysa özellikle 20. Yüzyıl’ın ikinci yarısında sanayi alanları terk edildi, fabrikalar boşaldı, bir zamanlar oralarda çalışsınlar diye toplanan işçilerin yaşam mekanları ise bakımsız, suç oranlarının yükseldiği, umutsuz viranelere dönüşmeye başladılar. Bu lanetli süreç kendisini en fazla 1970’lerin sonu itibariyle hissettirmeye başladı. İngiliz toplumu giderek mutsuz ve umutsuz bir topluma dönüşüyordu.
Dire Straits’in Love Over Gold albümü tam da bu toplumsal/tarihsel çerçeve içinde piyasaya sürüldü 1982’de. Öncelikle teknik anlamda ilk üç albümden ciddi farklılıklar içeriyordu. Örneğin 1980’ler popuyla birlikte giderek baskın hale gelen synthesizer, piyano ve keyboard bu albümde daha fazla kullanıldı. İkincisi, kayıt tekniği ve teknik altyapı olarak da önceki üç albümün çok ötesinde bir albümdü. Ancak bunlar işin teknik yanlarıydılar. Asıl büyük değişiklik albümün içeriğiyle ilgiliydi.
Albümde temel tema, temel aktör aslında Thatcherist İngiltere’nin kaybettiği zemindi, sanayisizleşmenin yarattığı umutsuzluktu, geçmiş güzel günlere duyulan özlemdi. İlk üç albüme göre daha az parça içeriyordu Love Over Gold (beş parça). Ancak her bir parça yıllar sonra yapılacak tüm “Best of Dire Straits” toplamalarına girecek kadar ünlü ve önemli olacaktı. Genelde tek tek parçalar üzerinde durmadık şimdiye kadar, ancak bu albüm özel bir ilgiyi hak ediyor.
Öncelikle albümün açılış parçası, Knopfler’ın elektro gitarın şairi olduğunu, onun eşi bulunmaz maharetini ve yeteneğini kanıtlayan parça; “Telegraph Road”. Parça hüzünlü bir açılışla başlıyor, ve son bölüme kadar anlatılan öyküye hüzünlü bir tını eşlik ediyor. Ancak son bölümde sahne neredeyse sadece Knopfler’a ve gitarına bırakılıyor. Ve rock tarihinin en eşsiz sololarından biri geliyor. Kısacası ortaya kült bir parça çıkıyor. Gelelim öyküye.
Parça tam olarak nerede belli olmayan olduğu bir kentin öyküsünü anlatıyor. “Uzun bir zaman önce bir adam bir yoldan çıkageldi – Sırtındaki yükle birlikte 30 mil yürüyerek – Yükünü en iyi olduğunu düşündüğü yere koydu – Ve bu ıssızlığın ortasında evini kurdu”. Böylece bir kent gelişmeye başladı. Adamın ev kurduğu yere gelenler oldu uzaklardan. Daha ileri gitmediler, geri de dönmediler, dönemediler. Yığıldılar. “Sonra kiliseler, okullar geldi – Sonra avukatlar ve kurallar geldi – Sonra trenler ve yüklü vagonları geldi – Ve kirli eski yol (adamın geldiği yol) Telgraf Yolu oldu”. “Sonra madenler, sonra da maden cevheri geldi – O zamanlar zor zamanlardı, ve savaş vardı”. Kent büyüyor durmadan. Sermaye birikimi işliyor, sermaye biriktikçe kentli nüfus da birikiyor. Başta ışıl ışıl parlayan kent endüstrisizleşmeyle birlikte birden işsizliğin ve umutsuzluğun hakim olduğu bir kente dönüşüyor. “İşe gitmeyi severdim, ama kapattılar – İşe gitmek benim hakkım, ama buralarda gidecek bir iş bulunmuyor.”. Burada keselim, anlatılan İngiltere’dir aslında. Umutsuz, mecalsiz. Hangi ülkeden bahsettiğinin farkındasınız değil mi? Kapitalizmin öncüsü, küresel kapitalizmi bir zamanlar lideri. Thatcher bu ortamda mahşerin habercisi gibi ortaya çıktı. Çok müthiş bir parça olduğuna şüphe yok. Hele ki Knopfler’ın solosu.
İkinci parça, “Private Investigations” ise nerdeyse bir tür film senaryosu gibi. Bir tür detektiflik........