Çok temel bir önerme ile başlayalım: Hiçbir sistem, elemanlarının mutlak serbestliğine dayalı olamaz. Sistemi sistem yapan şey, kendisini oluşturan elemanların hareketini kısıtlayarak birbirine uyumlu hale getirmesi, böylelikle dağılmasına neden olacak çelişkileri baskılayıp kontrol altına almasıdır. Dolayısıyla “düzen” dediğimiz şey, sadece maddenin düzensizliğe olan genel eğilimi tarafından sürekli kemirilmekte olan değil, aynı zamanda bu eğilimin işleyişini yavaşlatan bir yapıdır.
Bu genel doğru, güneş sisteminden herhangi bir toplumsal düzene kadar tüm sistemler için geçerlidir.
Meseleyi konumuza doğru özelleştirelim: Yaygın inancın aksine, toplumsal sistemler insanlar tarafından tasarlanarak kurulmuş sistemler değildir. İlkel toplumlar bir amaç birliğine (doğada hayatta kalmak) sahip oldukları için içsel anlamda daha çelişkisizdir. Ama toplum hayatta kalma sorununu iyi kötü çözdüğünde ve zenginlik (başlangıçta gıda stokları) biriktirebilmeye başladığında, amaç birliğinin bozulması ve içsel çelişkilerin ortaya çıkması mümkün hale gelir. Toplumun bir kısmının zenginliği tekeline aldığı ve geri kalanını “ben yöneteceğim, sen çalışacaksın” denklemi doğrultusunda kendisine tabi hale getirdiği sınıflı toplumlar, bu zeminde ortaya çıkar.
Dolayısıyla kendileri de birer sistem olan sınıflı toplumlar tasarlanarak değil mücadeleyle kurulur ve daha da önemlisi, varlıklarını sürdürebilmek için mücadeleyi baskılama mekanizmalarına yaslanmak zorundadır. Örneğin toplum köleciyse, egemen sınıf köleleri hizaya getirmek için bir askeri sisteme, askerleri hizada tutmak için ise onların bağlılığını sağlayacak bir zenginlik paylaşımı ve ideolojik aidiyet sistemine ihtiyaç duyar.
Üstelik çelişkiler hiçbir zaman sadece egemenlerle ezilenler, efendiler ile köleler arasında değildir. Egemenler de kendi aralarında zenginliği paylaşma mücadelesi içindedir ve bu mücadele baskılanması gereken bir başka entropi eğilimidir. Örnek olsun; Roma İmparatorluğu önce bölünmüş, sonra yıkılmıştır.
“Devlet”in mantığı tüm bu çelişkilerde yatar. Devlet, Engels’in dediği üzere, olağan işleyişine bırakıldığında sınıflı toplumu parçalayacak olan çelişkileri baskılama ve böylelikle sömürüyü sürdürülebilir kılma aracıdır.
***
Kapitalist toplumun kuruluşunda, yeni egemen sınıf olan burjuvazinin birbiriyle zenginliği paylaşmak için verdiği mücadele olan rekabet, bireysel anlamda yıkıcı olsa da toplumsal anlamda geliştirici bir dinamik olarak görülmüş, bu yüzden modern ekonomi biliminin başlangıcı olan liberal teoride rekabet kutsanmıştır. Bu bağlamda saf haliyle liberalizm Darvinisttir: Serbest piyasanın işleyişini ekonominin “doğal” ve dengeli hali, bunu düzenlemeye yönelik her türlü müdahaleyi de yapay ve denge bozucu olarak algılar. Dolayısıyla liberal teori açısından devlet sadece “ekonomi dışı” meseleleri çözmek, bilhassa da güvenliği sağlamak (yani yoksulları hizada tutmak) için vardır.
Ne var ki, ekonominin düzenlenmediği durumda en iyi sonucu vereceği zannı liberalizmin çocukluk fantezisidir ve iki nedenle sürdürülemeyeceği görülmüştür.
Birincisi, sanayi devriminin tetikleyen süreçlerle birlikte beraber emek olağanüstü bir üretkenlik kazanmış ve bollaşmış; sermayedarlar kapılarında biriken emekçiler içinden istediklerini seçebilir, böylelikle emeğini satmaktan başka hiçbir hayatta kalma yolu olmayan işçilere geçinemeyecekleri ücretler (açlık ücreti) dayatabilir hale gelmiştir. Bu koşullarda “emek piyasasını” müdahale etmeden kendi işleyişine bırakmanın, yaygın ve korkunç bir yoksulluk sonucunda hiçbir devletin başa çıkamayacağı ölçekte bir ayaklanmayı davet etmek anlamına geleceği kısa sürede kendisini
hissettirmiştir. Bu nedenle her devlet, işçinin günde en fazla kaç saat çalıştırabileceği ve bir saatlik çalışmaya en az ne kadar ücret verilebileceği konusuna düzenlemeler yapmak zorunda kalmıştır.
İkincisi, rekabet gerçekten de Darvinist bir süreçtir ama sermaye ölen bir canlı organizma değil, el değiştiren ve sürekli biriken cansız zenginliktir. Dolayısıyla sermayedarların birbiriyle rekabeti sadece hayatta kalma ile değil, hayatta kalanların tekelleşmesiyle sonuçlanır. Tekelleşen sermayedarlar, tekelleştikleri ölçüde piyasanın işleyişini kendi bireysel çıkarları doğrultusunda belirleyebilmeye; ama daha da önemlisi, piyasanın boğulduğu ve kâr oranlarının düştüğü kriz dönemlerinde tekellerinde tuttukları üretim olanaklarını durdurarak toplumun........