Sürekli yanlış insanlara kızıyor, yanlış insanlardan nefret ediyoruz.
Kimseye kızmayalım, kinlenmeyelim, bir yolunu bulup bu olumsuz duygulardan tamamen arınalım falan demiyorum. Nilüfer gibi hem bataklıkta yaşayıp hem çamura bulanmayabileceğini zannetmek için fazlaca idealist olmak gerekiyor. İçinde yaşadığımız toplumsal düzen çok küçük bir azınlığın çoğunluğu sömürmesine dayanıyor ve sömürülen insanların olumsuz duygular hissetmemesi mümkün değil. Ne var ki, hayatın olağan akışında bu duygular, onların ortaya çıkmasına sebep olanlara değil, tipik olarak o sırada civarda bulunan ve çoğu zaman da konuya dair hemen hiçbir sorumluluğu olmayanlara yöneliyor.
Karanlıkta uyanıp işe gitmek için belediye otobüslerine sıkış tepiş doluşan insanlar, yaşadıkları zorluğun patron düzeninin kendilerine dayattığı çalışma rejiminden kaynaklandığını düşünmüyor; onun yerine etrafındaki en uygun kişiye, belki ter kokuyor, belki sırt çantasını yere indirmiyor diye uyuz oluyor. Aynı yolculuğu arabasıyla yapanlar trafikte tıkanıyor olmalarının kentin ve ulaştırma politikalarının toplumun değil sermayenin çıkarlarına uygun biçimde tasarlanmış olmasından kaynaklandığını düşünmüyor; onun yerine arkasından korna çalana ya da önüne geçmeye çalışana küfrediyor.
Bu, her şeyden önce yalnızlaşmanın sonucu. İnsan yalnızlaştıkça, yaşadığı tüm zorluklar da giderek kişisel olarak ona yapılan kötülükler gibi görünür. Yalnızlaşma ve bencilleşme arasında bu yüzden güçlü bir bağ vardır. Birey toplumsallık algısını yitirdikçe, sorunların sadece kendisini değil benzer durumdaki herkesi etkiliyor olduğunu umursamamaya, hatta giderek aynı sorundan muzdarip diğer insanları sorunun kaynağı olarak görmeye başlar. Dolayısıyla sorunları ortadan kaldırmaya ya da hafifletmeye, bunun için gerekiyorsa başkalarıyla ortak hareket etmeye değil, bir şekilde bireysel olarak etraflarından dolanmaya, kendini kurtarmaya odaklanır. Ve bunu yaparken, çoğunlukla, sorunu başkaları için daha da zorlaştırır.
En galiz biçimde bu şekilde davranan, sıraya önden kaynayan, metro kapısı açıldığı gibi inenleri beklemeden vagona dalıp boş bir yere oturmaya çalışan ya da hırsızlık yapan tipler geri kalan sıradan insanların bireysel öfkesinin nesnesi haline geldiğinde ise çember kapanır. Temeldeki toplumsal sorunun kaynağı olan asıl sorumlular saklanmış, onların yerini birtakım sefil günah keçileri almış ve tüm kötü duygular sorunu yaşayanlar arasında hissedilmeye başlamıştır. Kötülüğün sınıfsal değil tüm insanlığa özgü bir şey olduğu, “insanın bencil” olduğu, “çiğ süt emdiği”, “diğer insanların kurdu” olduğu inançları da düzenin egemen ideolojisi tarafından bu zemin üzerine inşa edilir.
Gelin biz, kötülüklerin kaynağına bakalım.
***
İçinde yaşadığımız toplumsal düzende insanlar maddi olarak üçe ayrılır: Zenginler, iyi kötü insanca bir hayat yaşayabilecek olanaklara sahip olanlar (kısaca “ortadakiler” diyelim) ve yoksullar.
Düzenin ideolojik işleyişi, zenginlerin aynı zamanda toplumun egemen sınıfı olduğu gerçeğini saklama üzerine kuruludur. Yönetilen kitleler mümkünse yaşadıkları sefaletin de diğer maddi zorlukların da kaynağını ya kendilerinde ya da kader mader gibi uydurma kavramlarda aramalıdır. Ama bu olmuyorsa ve gerçek bir sorumlu aranıyorsa da, zenginler........